“Yalnızlık, bu dünyanın en eski asaletidir.” Friedrich Nietzsche’nin yalnızlık üzerine aforizmalarından sadece birisi. Felsefesinde genelde yer verdiği konulardan biri yalnızlık Nietzsche’nin. Sadece Nietzsche’nin değil, neredeyse tüm felsefecilerin üzerinde çokça durduğu bir konu yalnızlık. Yalnızlık, tek başınalık, içinde bulunduğumuz dünyaya yabancılaşma, yaşadığımız çevreden soyutlanma ve sessizlik konularının günümüzde de popüler olduğunu görüyoruz. Sürekli dijitalleşen, sosyalleşen ve güncellenen hayatımızda neden yalnızlığı konuşuyoruz? Peki, sürekli iletişim halinde olmak, insanlarla beraberce yaşamak neden zor geliyor, yoksa kolay olandan kaçıp yalnızlığa özlem mi duyuyoruz?
Baştan belirteyim, bu yazı yalnızlıktan zevk alan birisi tarafından yazılıyor. İnsanların aralarında kaybolamayan, tam anlamıyla kaynayamayan/kaynaşamayan biri tarafından. Ancak zevk alınan yalnızlığın, istemli bir yalnızlık olduğunu da belirtmek isterim. Bilim insanlarının bu konuda söylediği bir kural var: “Eğer kuralı”, yani, yalnızlık; eğer depresyona itmiyorsa, iletişim becerilerini köreltmiyorsa, istendiğinde, herhangi bir sosyal ortama girildiğinde yabancılaşılmıyorsa, istenilen sürece diğer insanlarla olumlu ilişkiler sürdürülebiliyorsa bunun adına kontrollü, istemli yalnızlık deniliyor. İstemli yalnızlığın tanımı şu şekilde de yapılabilir, bu yazıyı yazan ve bu tip yalnızlıktan tat alan birisi tarafından: Her yıl oldukça verimli mahsuller veren bir tarla canlandıralım gözümüzde. Eğer bu tarlayı aralıksız, sürekli ekip biçerseniz bir zaman sonra tarlanın verimi azalacaktır, verimliliğin sürdürülebilirliği için arada nadasa bırakmamız gerekmektedir tarlamızı. İşte bizim de mahsullerimiz, iç kaynağımız olan konuşacağımız kelimeler, zamanla tükeniyor ve ilerleyebilmek için toprağı nadasa bırakmak gibi bazen bile isteye yalnız kalmanın gerekliliği söz konusu olduğu zamana ihtiyaç duyuyoruz. Tarlaya can suyu gibi gelen nadasa bırakma durumuna benzer olarak, yalnızlık da iç kaynağımızın kendini toparlamasına kendi kendimizle muhasebemize olanak sağlamaktadır. Peki yalnızlık, sadece tek kişi kalarak mı olur yoksa insanlar topluluk içerisinde de yalnız kalabilirler mi? Yani fiziksel olarak mı düşünüyoruz yalnızlığı yoksa duygusal olarak mı?
Pozitif bilim ve tasavvufi açıdan yalnızlık kavramını inceleyelim. Pozitif bilim tarafında, yalnızlığın insan vucudu üzerinde pozitif ve negatif yönlerini araştıran çalışmalara baktığımızda, net bir sonucun var olmadığını görüyoruz. Bir çalışmada, çalışmaya katılan bireylerin beyin dalgaları, doğada yürüyüş öncesi ve sonrası, ağır araç trafiği ve kalabalığın içerisinde yürüyen kişilerin yürümeden öncesi ve sonrası olmak üzere her iki taraflı olarak taranıyor ve kalabalığın içerisinde yürüyen kişilerde derin düşünce hali (ruminasyon) -bilim insanları bu derin düşünce halini depresyon başlangıcıyla ilişkilendirdiklerini söylüyorlar- görüldüğü belirtilmektedir. Diğer bir çalışmada, yalnız yaşayan kişiler ile daha sosyal kişilerin başarıları karşılaştırıldığı ve yalnız yaşayan kişilerin çok da anlamlı bir derecede olmasa da daha başarılı bulundukları ortaya çıkmış olduğunu görüyoruz. Başka bir çalışma ise daha sosyal yaşayan kişilerin yalnız yaşayan kişilere göre daha az kalp krizi riski taşıdığını söylüyor. Yalnızlığın stres etkisi yarattığı söyleniyor ki stresin tüm hastalıkların tetikleyicisi olduğu faktörünü göz ardı etmememiz de gerekir. Pozitif bilim, çalışmaların sonuçlarını kantitatif olarak değerlendirdiği için yalnızlık kavramının hem iyi hem de kötü yönlerinin bulunduğu çıkarımında bulunabiliriz. Pozitif bilim dünyasında yapılan çalışmalara istinaden insanların fiziksel mi duygusal mı yalnızlık yaşadığını tabii ki bilemiyoruz.
Tasavvufi açıdan baktığımızda ise yalnızlık, tefekkür / tekâmül edebilmek için yaşanılması gereken zaman süreci olarak adlandırılmaktadır. Tekâmül sürecinde kişinin yalnız kalarak, tefekkür (düşünmek, yaratıcıyı -Allah’ı- düşünmek, yarattığı şeylerden ibret almak) etmesinin daha anlamlı olduğu düşünülmektedir. Konuyu daha derine indirecek olursak, tasavvuf felsefesinde, kâmil insanın yalnız kaldığı asla akla getirilmemektedir çünkü tasavvufta, yaratıcının, her an kişinin şah damarından daha yakın olduğuna inanılmaktadır. Bu konu ile ilgili anlatılan bir mitte şöyle geçtiği söylenir: Hz. Meryem’in, tanrıya kendisinin hayatta neden bir başına yalnız bırakıldığına dair sitem ettiği ve tanrının Hz. Meryem’e “Seni kendime ayırdım kimsen yoksa ben varım sana senden daha yakınım.” dediği rivayet edilmektedir. Tasavvuf felsefesinde buna benzer, kişinin insanı kâmil düzeyine erişmesi hususunda, yalnızlığa müstahak olduğuna dair birçok hikâye/rivayet bulunmaktadır.
Fiziksel olarak yalnızlığı düşündüğümüzde ise eğer bu durumu bir sorun olarak görüyorsak, çözümünün çok basit olduğu tartışmasız bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Karşımızdakini hiç tanımasak bile bir tane daha yalnız insan ile karşılıklı oturmamız yalnızlığı giderecek en kolay yol… Her gün kahve içmek girdiğimiz dükkanları düşünelim ve içerisinde oturan kişiler gelsin gözümüzün önüne. Kişilerin yarısından çoğu tek kişi olarak, önlerinde dizüstü bilgisayarları ya da ellerinde telefonları masada oturup kahvelerini içiyorlar. Bu kişiler, evlerinde ya da başka bir yerde de bilgisayarları ve telefonları ile kahve içebilirler ancak burada istenilenin sadece kahve içmek değil fiziksel yalnızlığın da giderilmeye çalışılmasını görüyoruz. Hepimiz bir ses, görüntü olsun diye bazen evde televizyonlarımızı açıyoruz, ekranında ne olduğu önemli olmayan kutu sadece bize yarenlik ediyor. Hepimizin kolayca yapabildiği çözümler ile fiziksel yalnızlığı örtmek işte bu kadar kolay.
Duygusal anlamda yalnızlığın, esas olarak bizim üzerinde durmamız gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. “Toplum içerisinde yalnız kalmak” teriminin, günümüz dünyasında daha çok karşımıza çıktığı aşikâr. Ayni pencereden bakamayan insanların, bir arada olsalar bile halen yalnız hissettiklerini anlayabiliyorsunuz. Bu nedenle sosyalleşmenin ilk kuralının bir konuya, zümreye aidiyet olarak algılanmaya başlandığını söyleyebilirim. Ayni takımı tutan kişiler bir şekilde bir paylaşımda bulunabiliyorlar ya da ayni siyasi, dini görüşe sahip insanlar kendi sınıfının fikirlerini rahatlıkla paylaşabiliyorlar kendi aralarında. Sosyal medyada insanların birçok grubunun olmasının bir nedeninin de bu olduğunu düşünüyorum. Ayni konuyu konuşabildikleri, benzer paylaşımları yapabildikleri yerler olarak görüyorlar bu mecraları. Ancak sosyal medyadaki sosyalliği, bir psikoloğun tanımladığı üzere tekil sosyallik olarak adlandırılmasının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Sosyal medyada evet sosyaliz ancak tek kişi olarak yani sanal olarak iletişimdeyiz; hiç temas etmediğimiz, gözünün içine bakmadığımız kişilerle sosyal oluyoruz ancak bu sanal sosyalliğimiz çoğu zaman gerçek yalnızlığımızı alt etmiyor, edemiyor.
Günümüz popüler bohem yalnızlık tanımını da belirtmeden geçemeyeceğim. Her şeyde olduğu gibi bu durumun da gösterişli popüler tarafını kullanan toplumda hatırı sayılır bir kesimin var olduğunu düşünüyorum ve maalesef bu kişileri üzülerek izliyorum. Yalnız olduğumuzu düşünelim; herhangi bir müzik, film ya da kitap zevkimiz yok, okuma alışkanlığımız yok ve okumayan insanın düşünme yetisi bulunmadığı için bu özelliğe de sahip değiliz, doğa evcil hayvan sevgimiz yok ve bu yoklar içeresinde anlam arayışımız da bulunmuyor bununla beraber herhangi bir psikolojik problemimiz veya fiziksel rahatsızlığımız da yok sadece günümüzün anlık popülerliğini kullanarak “yalnızım sadece yalnızım” diyoruz. Ancak, maalesef benim biraz acımasız ve sert gelebilecek düşüncem şudur ki, oturduğumuz yerden “yalnızım, bohem takılıyorum ancak bununla berber kendimle barışığım” demekle olmuyor çünkü tüm ağaçlar çiçekler gibi bitkiler de kendisi ile barışık yani anlatmak istediğim yalnızlığın içinde kendi iç huzurumuzu bulmak ya da anlamlandırmak olmadan gösteriş gibi kullanılması her popüler olan şey gibi zamanın içerisinde yok olup gidecektir, olan sadece boşa geçmiş zamanımıza olacaktır.
Yalnızlığa, yalnız kalma durumuna bir de şu açıdan yaklaşalım. Bir radyo vericisi ve bu vericinin belli bir frekansta yayın yaptığını düşünelim, eğer bu radyonun frekansını kendi alıcımızda ayarlayamazsak yayını dinleyemeyiz ve etkileşimde bulunamayız. İşte insan ilişkilerinde de bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Frekans tutturmak; bunu enerjilerin uyuşması olarak da adlandırabiliriz. Peki karşımızdaki ile frekans tutturmanın kriterleri nedir? Ayni sosyal düzey ya da ayni eğitim, finansal durum mu buna olanak sağlayacak? Bu durumun kişiden kişiye göre değiştiği aşikâr, eğer dünyaya meta olarak bakıyorsak bu düzeyler her zaman önemli. Kendimizi bir seviyeye ait olarak görmek bile aslında büyük bir ahlaki sorun olarak karşımıza çıkıyor ve bu tamamıyla başka bir tartışmanın ana konusu olabilir ancak burada ayni dili konuşmanın önemli bir detay olduğunu düşünüyorum. Benim düşüncem şöyle ki; ayni dili konuşmak, ortak bir şeyler paylaşmak değil dünyaya ayni pencereden, ayni kültürel değerlerden bakabilmek. Ahlaki değerlerin bile, bu saydığım ilk ikisinden daha sonra geldiğini düşünüyorum bazı durumlarda.
Frekans tutturmaktan daha zor olanın ise mutluluğu paylaşmak olduğuna inanıyorum. Günümüzde acıları paylaşmak o kadar kolay ki; kişi, karşısındaki insanın acı çektiğini ya da çözümlenmesi zor sorunu olduğunu gördüğünde insanın doğası gereği acıma empatisi kurabilmektedir. Ancak önemli olan mutluluğu paylaşabilmektir. Aynı zamanda mutluluk duygusunu da başarı ile karıştırmamak gereklidir çünkü başarı ortak paydada çok rahatlıkla paylaşılabilir. Mutluluğu paylaşmak ya da en azından paylaşmaya çabalamak için gerekli ilk adımın kendi içimizdeki ego ve bencillik ile mücadele etmek olduğunu düşünüyorum.
İnsan sosyolojisinin süreç içerisinde zaman ve mekân bağlamında sürekli değiştiği düşünülmektedir. Yalnızlık kavramı ise yaradılışımızdan itibaren tartışılan bir konu olarak günümüze kadar gelmiştir. Günümüzün popüler ve içi boş yalnızlık kavramını bir kenara bırakırsak, geniş çerçeveden baktığımızda yalnızlık eğer patolojik bir sorun değilse insan psikolojisine iyi geldiği su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar toplumumuzda “acılar paylaştıkça azalır sevinçler paylaştıkça çoğalır” kültürü hâkim olsa da insanın acısını, kendi yaşayıp kendi içerisinde çözdükten sonra olgunlaştığını ya da sevinç basamağında çok kalmadan daha ileriye devam edebileceğini anladıktan sonra paylaşım yapmanın daha uygun olduğunu düşünüyorum. Kendimizi aynada gördükten ve sorguladıktan sonra paylaşmanın kendi iç yolculuğumuz / yatırımımız için daha uygun olacağını sanmakla beraber, bilim hangi tarafın daha doğru olduğunu tartışa dursun; hayatta kendimizi nasıl anlamlı hissediyorsak o şekilde yaşamak yapabileceğimiz en erdemli şey şu dünyada. Yine de hayatımızda her zaman Harvey’in Mike’ı ya da M.F.Ö grubu gibi hiç ayrılmayan dostlukların olması dileğiyle..