Çoğu zaman hayatımızın akışını kontrol edemeyiz. Yapmak zorunda olduğumuz ve adına zorunlu sorumluluk dediğimiz işlerimizin bir şekilde yerine getirilmesi gerekir ki, bu da pek kolay değildir. Tabi ki bu zorluklar aynı zamanda hepimizin hayatında olması gereken itici güçlerdir. Fakat başka bir bakış açısıyla hayatımızı da geliştirmek için bir fırsat olarak görülebilir.
Mutlaka çevrenizde akışın kendisine değil de sonuçlarına odaklandığı için güzellikleri görememekten şikayet eden birkaç kişi vardır. Eğer bu bahsi geçen kişilerin hayatlarına dikkat ederseniz, ya bir koşturmanın yorgunluğundan ya da koşturacak kadar değerli bir şeyin olmadığından dem vurduklarını görürsünüz. Bazıları adalet sarayının kararlarının ne kadar keskin olduğunu düşünürken, bazıları da atalet sarayından ne kadar çok sıkıldıklarını anlatıp dururlar. Dünya, dönüş hızına ayak uydurmaya çalışanlar ve döndüğü halde sabit durmaya uğraşanlarla dolu. Yani kendi hareket kabiliyetini saatte 1600 km’ye uyduranlar ya da kendi durağanlığını bu hızdaki dünyaya yansıtanlarla…
Sahilde oturmuş bana sonsuzmuş gibi gelen denizi ve gökyüzünü seyrettiğim esnada bana iki arşın uzaklıkta oturan (ki, bir arşının yaklaşık 70 cm olduğunu düşünürsek bu uzaklığa 1.50 cm kadar diyebilirim) iki yetişkin kendi aralarında konuşuyordu. Nedense bir ara benim de bu araya dahil olduğumu farketmiş olacaklar ki ses frekans aralıklarını 80 db’den ani bir şekilde 30 db’e düşürdüler. Ses şiddetini anlamayabilmek için 80 db bir fön makinesinin çalışması, 30 db ise iki kişinin fısıltıdan biraz daha yüksek sesle konuşması diyeyim siz anlayın.
Ne hakkında konuştuklarını dinlemek yerine vücut dillerini gözlemlemeye karar vermemle, Freud’un “Hiçkimse sır saklayamaz; ağızları söylemese bile parmak uçları konuşur” sözünün aklıma gelmesinin aynı anda oluşu da ayrıca güzeldi kabul etmem gerek.
Bu iki kişiyi size biraz anlatmama izin verin. Deniz ve gökyüzü yerinde duruyor ne de olsa…
Anlatmaya önce gözlüklerinden başlamalıyım sanırım, zira ilk bakışta başka hiçbirşey dikkatimi çekmemişti. Evet gözlerimizi güneşin zararlı UV ışınlarından korumalıyız ama bunu yaparken de biraz sonra kalkıp elimize aldığımız elektrotu kaynak yapmak için metale sürtmeyeceğiz. Tabi eğer bir kaynak ustası ya da metalürji mühendisi değilsek…Kısaca kullandıkları gözlükleri o kadar büyüktü ki asıl taktıklarının kafaları olduğunu düşündürmüştü bana. Üzerlerindeki giyselere bakılırsa da buralı olmadıkları gün gibi ortadaydı. Sıcaklığın 38° C olduğunu düşünürsek kim kaşe montun altına sweetshirt giyip içini de atlet giyerki… Hele ayakları tam bir muamma…
Bir insan düşünün ki, orada yanımda iki tane vardı. Bu saydığım moda terörünün altına parmak arası terlik giymişti. Deniz, gökyüzü, huzur nerdesiniz.
Böylesi bir görüntünün aralarında ne konuştuğunu merak etmiyorum da değildi hani. Bu şekilde giyinmelerinin kültürel olduğu kadar ekonomik sebeplerinin de olabileceği biraz kendime getirmişti beni. Günlerden haftanın son günü ve bulunduğum yer bu son günü deniz kenarında geçirmek isteyenler için en ucuz ve kolay ulaşılabilir yeriydi. Burnuma gelen köfte ve balık kokuları duyumun üst notalarına kadar ulaşmış, uzun süreli koku hafızama kaydedilmişti bile. Her ne kadar bu kokuların çevreden gelen diğer kokularla karışması sonucu algımın beni yanlış yönlendirebileceğini bilmeme rağmen kısa da olsa demans özellikleri göstermiş ve tekrar denizin kokusuna odaklanarak bu kısa bunama atağından uzaklaşabilmiştim. Yanlış algılanan kokular ve hatırlattıkları yanlış hatıralar bunama başlangıcı sayılabilirdi ne de olsa…
Oturduğum yerden konuştuklarını tam olarak duyamadığım için bu iki kişiye yaklaşmam gerektiği biliyordum. Ben de sanki çakmağım yokmuş gibi yanlarına gidip sigaramı yakmak için ateş istedim. Halbuki daha beş dakika önce biraz uzaklarında sigaramı yakmış ve rüzgara karşı içip yeni söndürmüştüm. Olsun belki de birazdan dünyanın sırrına vakıf olacağım bir konuşmaya şahitlik edecektim ve bunun için biraz daha karbonmonoksite katlanabilirdim. Zaten şahit olmadığımız halde yolumuzda yürürken maruz kaldığımız egzoz dumanları ve etrafa saldıkları karbonmonoksiti yeteri kadar içimize çekmiyoruz. Üstelik hiçbir egzozun üzerinde de sağlığa zararlıdır diye bir ibare yok!
Yaklaşmaya çalıştığım kendi aksime (Gözlüklerin ne kadar büyük olduğunu anlatmıştım) eğilerek “Affedersiniz ateşiniz var mı?” diye bir monolog yaparak sahte Pan-am gülümsememle selam verdim. Kendi kendime bir sohbet başlatmış gibi hissettiğim o an da içlerinden birisi (ama hangi biri anlayamadım. Çünkü diğerinde de kendimi görüyor ve ruhumun hapsedildiğini düşünüyordum) Eski insanlar (bu cümle girişinin bir pazarlama cümlesine benzediğine bir tek ben mi inanıyorum. Eski telefonunuzu, Tv’nizi…. getirin yerine yenisini verelim. Eski hayal kırıklıklarınızı getirin yerine yenilerini….)
Eskiden insanlar karşılarındaki kişilerin gözlerinde kendi yansımalarını gördüklerinde ruhlarının o insan tarafından alıkonulduğunu düşünürlermiş. Ben de böylesi bir kabz oluş durumu yaşıyor ve ruhumu kurtarmaya çalışıyordum.
Söylediğimiz cümleleri tekrar etmek zorunda kaldığımız da ya daha yüksek bir sesle ya da daha naif ve alçak bir seste söyleriz. Genellikle sözel ya da davranışsal ikileme, beynimizi aynı şeyleri söylemeye ve yapmaya zorladığından dolayı ilkinden daha farklı olmasına sebep olur. “Bir nehirde iki kere yıkanamazsın”
Kendimi toplayıp beynimi bu ikileme düşürmemek için cümlemi değiştirip; “ Kibrit gibi birşeyiniz var mı? dedim. Beni yanlış anlamış olmalarını hala anlayamıyorum çıkarıp biri bana kürdan uzattı. Ben de sağ işaret ve orta parmağımın arasında sıcaktan ve basınçtan can çekişen sigaramı göstererek, “Ateş, sigara için” dedim. Elleri ve kollarıyla bazı işaretler yaptılar. Önce hareket çektiklerini düşündüm. Sonra biri sağ ve sol işaret parmaklarını dudaklarına yaklaştırıp uzaklaştırarak hareketler yaptı ve sağ elini yok, hayır, bilmiyorum der gibi geriye doğru savurdu. Neden sonra karşılıklı konuşmaya çalıştığım insanların işitme ve konuşma engeli olan insanlar olduğunu anladığım da iki elimi birbirine yapıştırıp özür dilerim dedim.
Yanlarına oturmak için izin istediğim de hemen biri yana kayıp bana yer gösterdi. Hava dedim işaret parmağımla gökyüzünü göstererek çok sıcak ve devam ettim üzerimde sanki bir ceket, bir mont varmış gibi çıkarmaya başladım. Beni anladılar ama yine de üstündeki montları çıkarmadılar. Biri diğerinin koluna doğru kalkmak için dokunduğunda anlamıştım nedenini. İkisi de işitme ve konuşma engelliydi ama birinin bir kolu eksikti. Arkadaşı, o sıcakta yadırgamasın diye montunu çıkarmamış ve sohbetine devam etmişti.
Ben daha önyargılarımı yargılamaya yeni başlamıştım ki, ikisi de sağ ellerini havaya kaldırıp asker selamı verdiler. Görüşürüz dedim aynı hareketi yaparak ve Einstein’a bir rahmet okudum. Gerçekten atomu parçalamak daha kolaymış.
Ertan Yavuz icaforiz_