Sizlerle geçmişin yumağına ilişeceğim geleceğe ilerleyen yollar için..
Eskil düşüncelerimi yenileriyle harmanlayacağım, satırlarda harf süreceğim bu sefer..
Öyle ki ben kavramların bu denli çorba edilmiş, her şeyin içi boşaltılmış, samimiyetten yoksunlaştırılıp fanaktikleştirilmiş bu yaşam stilini,
sessiz kalmaya yahut bir şekilde etiketlenmeye mecbur bırakılmış buluyordum.
“Yazık” çekerek; boş, çarpıtılmış, yozlaşmış değerlerden yoksun kalmış bir günü gün olarak sayamıyor, gün ayıyor demeye utanılır diye düşünüyordum, tabii yalan söylerken utanılabiliniyorsa hala.
Keza böylesi durumlar için fikirlerim koruyor kendini, lakin o zamanki gibi zihnim erken menapoz devrini yaşamıyor sanırım şimdi.
Ezbere sitemler, başkaldırılar derken zamanın ilerleyişi ve mecburiyetten dostlarla paylaşılan zamanın azalması ve ayrılan yollarla beraber ben bir girdabın çevriminden başka yerde olamıyordum. Migren, sık ve ağır hastalık dönemleri, saframa tekabül ettiğini düşündüğüm ağrı, bir kahve fincanının içinde çevrimin kuvvetli girdabına kapılıp dibe ilerlemekte olan ben..
O vakit düşünmüştüm;
belki de ben ömür boyu evlat edinip onların büyüyüp serpilmelerini, sorunlarıyla başedebilmelerini sağlamakla yükümlü bir anne gibiydim. Daima kendimi geliştirmeli ve sorulara cevap bulabilmeliyim, çözüm insanıydım çünkü.
Kendi kendine pek çözüm olamayan başkalarını çözerken çözmeye çalışırken çözülebilen bir insandım ve ben vedalara gebeydim daima; tüm sevdalarım,güvenim, sadakatim umudum birer birer tamamlarken gelişimini bir vedaya hizmet ediyordu aslında.
Doğum; ayrılık.
Sanki ben asla anne olamayacak fakat bir anne gibi asla mükemmel olamadan fakat kendi mükemmeli için çabalayan biri gibi büyütüyordum arkadaşlıklarımı, dostluklarımı, ailemi anlama gayretimi. Fakat mutlu sonları bilmiyor, bilemiyordum.
Bir ayrılığa gebe bir doğumun beklentisinde, her şeyin, tüm büyüttüklerimin gidişini izliyordum işte; bulutlara ve gökyüzüne sevdam bile, en çok da rüzgara, ki yüzümü yalayıp saçlarımı okşayıp gitmesini seviyordum, gitmesini işte. Kalırsa ne yaparım bilmiyordum ki.
Sorun yoksa ben de yoktum sanki. Çevremde sıcak hissettiğim insanlar da böyleydi aslında; sanki biz sürüsünden ayrı uçan kuşlar keşisiyorduk bir şekilde. Zorluklarla gelmiş ve gidiyorduk, bu görevle yüklenmişiz gibi, yüklü diyip yer veren de yoktu ya, biz tüm anaçlığımızı sergiliyorduk yine de.
Tükeniyor muyuz dersiniz? Ben tükendim sanki. Bir ayrılığa daha gebe kalmamak için kontrolü ele alır gibi söküp atıyordum hayallerimi, beklentilerimi. Bir doğuma daha müsait değildim sanki, bir ayrılığa daha. Bunca aykırılık diyordum, bunca düşünüp tartma..
Yorulmuştum zihnimin içindeki girdaptan. Yorulmuştum yetersizlik hissinin o gaddar çekiminden. Bu karadelik umutlarımı tüketirken endişelere boğuyordu beni. Lakin tıpkı doğumun çekilmez sancılarına karşı bedenine hükmetmek isteyen bir kadının başvurduğu hap etkisi gibi beynim, beklenti ve endişelerimi kesip atıyor, hayal etmekten alıkoyuyordu beni artık.
Sanki tüm iç organlarım çıkacak gibiydi. Sanki bu doğumlar artık benden de eksiltiyordu. Her gidiş, her kavrayış, her öğreniş beni lohusa bunalımlarına gark ediyor bedenimin tazeliğini söküp alıyordu.
Lohusa değildim belki. Belki çok yaşlı da değildim. Fakat zihnim, o artık çok yaşlanmıştı. Ailem, toplum, sağlık , eğitim , sevdalar, dostluk.. Artık doğuramıyordum. Yorgundum. Yorulmuştum.
Hiç aşermeden atlattığım bu gebeliklerde, sağlıklı bir doğumu gerçekleştirme gayemle kuvvet buluyor, başarabildiğimde onların sağlık ve mutluluklarıyla mutlu oluyordum. Fakat artık kuvvetim yoktu.
Erken gelen menopoz muydu bu?
Ne kadar uzaktım bu kavramlara.
Sanki asla kadın olamayacak gibi.. Yahut kadın olmak için böyle mi olunmalıydı. Daha bencil, daha hevessiz.. Belki de anne olmak ancak bu şekilde zihnimde yaşadığım deneyim ve acılarla bağdaşabilecekti.
Gerçek manada anne olamayacak, kendimle kavgalarım tükendiğinde artık birini kabul edemeyecek hale gelecektim, yahut göze alamayacaktım bi başkasını kendi tükenmişliğime kabul etmeyi.
Eskiden resim çizerdim, yahut şiir yazar veya bir şeyler karalardım işte. Sancılı olurdu çoğu, bazısı durgun yahut dirençli. Artık onlar da yoktu. Tükenmişti. Bu tavırlarım beynimin zihnim için kullandığı kontrol haplarıydı. Yorgundum ve son çözümü yine durumun kendindeydi esasen. Hayallerimi ve beklentilerimi donduruyor endişe sancılarına gark olmuyordum. Yeni bir doğumu engelliyordum işte . Yahut belki de çoktan tükenmiştim, zihnimin menopoz dönemiydi bu tükenmişlik.
işte bu noktada iliştirmeliyim; ne yaparsan sen osun, ne düşünürsen. Çokça ve olumsuzluklarla düşünmek beni beni bu noktaya itmişti. Biraz stres ve olumsuzluğun kimseye zararı olmadığı gibi faydası olduğu gerçeği bir yana bu kadarı pek hayra alamet değildi. Ve insan geçmişiyle bugünü, bugünüyle yarınını etkileyebiliyorken inanın bana yarınıyla da dününü etkileyebilecetir. Yarınınızı güzel kurun dününüzü değiştirin, zaman makinesi bulunur mu bilmem ama bu mümkün.
çünkü “düşünmek az insana ilişmiş bir hastalıksa” da hayal etmekten geçecek kadar ileri gitmemeli, ben kaçışlarım olan ütopyalarımı gerçek kılmak niyetindeyim çünkü “insanların gerçek düşmanı siyasal güç değil de hayal gücü eksikliğidir”.
Gizli saklı oraya buraya sıkıştırdığım zihnimi kışkırtan endişelerime yenilmektense tehlike sinyalını alıp kendi kendini sindirmeye programlanmış bir hücre gibi harekete geçiyor fakat direnmeye alışageldiğimden sindirmek yerine mutant bir mekanizma gibi hayata tutunmayı başarıyordum.
Bundan başka hayat yok, fildişi kulelere sığınmadan, hayallerden ayrılmadan, kendi gerçekliğini ve zamanını tasarlayarak ilerlemek.. İşte gerekli olan bu gibi geliyor bana.
Bundan başka hayat yok, ne tükenmeli tüketmeli ne ütopyalara sığınmalıyız. Fakat hayal etmeyi hiç bırakmamalıyız.
“Zamanımızın gerçek kötülüğü budur”;
Nostalgia, Tarkovski.
“Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.”
“Okul duvarları, asfalt ve refah reklamlarının uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere, böceklerin vızıltıları girmeli.”
“Her birimizin gözlerini ve kulaklarını, büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız.
Birileri pramitleri yapacağımızı haykırmalı. Yapamamamızın bir önemi yok, o isteği beslemeliyiz.
Ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz, sınırsız bir çarşaf gibi.”