“…Bugün Öözgürlük’ diye böğürerek olay çıkaranlar, cam çerçeve kırıp kundakçılık yapanlar, tamamen dış mihrakların ajanı ve piyonudurlar. Kendi arkadaşları tarafından öldürülen ‘sözde devrim şehitleri’ de öyleydiler! Ülkemiz hiç şimdiki kadar özgür olmamıştı! Adeta refah içinde ‘yüzüyoruz’. Bütün dünya bize saygı ve korku besliyor! Bunu hazmedemeyen dış güçler ise, ‘üniversite öğrencisi’ kılığındaki teröristleri kullanarak, milletimizin huzurunu bozmaya, hatta Sayın Devlet Başkanı’mızı (ki Allah onu korusun) devirmeye çalışıyorlar! Bir kısım vatan haini basın mensubu ise, sanki ülkemizde bir baskı ortamı varmış gibi göstererek, bu kirli oyuna alet oluyor! Bilinmelidir ki bu kirli oyunları tezgahlayanlar, asla emellerine ulaşamayacaklardır! Milletimiz, Sayın Devlet Başkanımızın yanındadır!”
Son noktayı koyduktan sonra derin bir nefes aldım ve arkama yaslanıp monitörde parıldayan yazımı okumaya başladım. Güzel yazmıştım. Herhangi bir hata veya eksik olmadığını anladığımda gazetede yayınlanması için e-postaladım. Kapı vuruldu, genç ve güzel asistanım Aslı içeri girdi. Sarışın ve mavi gözlüydü. Gözlerim önce göğüslerine, sonra kısa eteğinin altındaki bacaklarına kaydı. Akşam beraber bir yemeğe çıkıp, iki-üç kadeh parlatsak fena olmazdı. Belki sonra da… Ben onun sütun bacaklarını izlerken “Onur bey, bugün Kanal Y’de canlı yayınınız var, yoksa unuttunuz mu?” diye sordu. “Aah, doğru.” dedim. “Kaçtaydı?”, “İki saat sonra başlıyor” cevabını alınca ceketimi kapıp asansöre koştum.
Kanalın arabası beni almaya gelmişti. Arka koltuğa geçtim. Yolda, yazımın son paragrafındaki cümleler beynimde yankılanmaya başladı. Muhakkak yine çok eleştiri gelecek, mail kutum “Yazıklar olsun”larla, “Kaç paraya sattın kendini”lerle, hatta küfürlerle dolup taşacaktı.
Eylemcilerin cam-çerçeve kırmadığını, kundakçılık yapmadığını ben de biliyordum. Bu konuda yapılan bütün araştırmalara, sunulan sahte kanıtlara rağmen, bu iddia ‘maalesef’ yanlıştı. Tek bir eylemcinin arkasında bile yabancı bir örgüt yoktu. Ölenler kendi dava arkadaşları tarafından değil, polis kurşunuyla öldürülmüşlerdi. Ekonomi çökmüş, halk bölünmüş, Sayın Devlet Başkanına karşı olan bütün gazeteciler hapsi boylamıştı.
Evet, lanet olsun, evet, bunları ben de biliyordum. Fakat, şu 46 yıllık hayatımda öğrendiğim bir tek şey varsa, o da güçlü olana yakın, zayıf olana uzak durmak gerektiğiydi! İnsan hep güce entegre olmalı, kazanan tarafı tutmalıydı! Aksi takdirde, etine-buduna bakmadan kahramanlık taslamanın sonu sefalet, yoksulluk, ezilmek ve toplumdan dışlanmaktı. Çok zor bir çocukluk geçirmiştim. Küçük bir köy, fakir bir aile, ayyaş bir baba ve çocuklarının karnını doyurmak için çırpınan anne… Bulunduğum yere gelebilmek için kıçımı yırtmıştım. Artık toplumun üst katmanındaydım, geldiğim bataklıktan çok uzakta… Elimdekileri, sahip olduklarımı kaybetmeyi göze alamazdım.
Program gayet iyi geçti. Kuliste konuştuğumuz gibi, sunucu benim istediğim soruları sormuş, ben de istediğim cevapları vermiştim. Zemin kata indiğimde kapının önünde bir kargaşa olduğunu farkettim. “Satılmış medya istemiyoruz!” sloganları bana kadar ulaşıyordu. Kapıya yöneldiğim sırada biri kolumu tuttu ve “Şimdi çıkmayın efendim, dışarısı kalabalık.” dedi. “Olur mu canım! Evimize de mi gitmeyelim?!” diye çıkıştım ve adamı iterek kapının önüne çıktım.
Elleri rengarenk dövizlerle, pankartlarla dolu yüzlerce kişi binanın önünde toplanmıştı. Gözlerde derin bir öfke ve nefret vardı. Yuhlamalar ve ıslıkların arasından uzaktaki siren sesleri duyuluyordu. İster istemez ürktüm tabii, ama bozuntuya vermedim. Kalabalığı yaracak ve ilerideki arabama ulaşacaktım. İki adım atmıştım ki, orta yaşlı başörtülü bir kadın önüme çıktı. “Beni tanıdın mı beni? Ben polis kurşunuyla katledilen Mehmet’in anasıyım!” dedi. “Yirmi yaşındaydı daha benim evladım! Hiç bir günahı yoktu yavrumun! Öyle senin yazdığın gibi kominist ajan falan değildi!” Yakama yapışan ellerini sertçe indirdim ve “Hanım hanım! Kendine gel!” diye çıkıştım. “Senin oğlunun Rusya kaynaklı komünist bir örgütle bağlantısı bulundu! Ben yalan yazmam!” Kadının gözleri doldu, kalabalık etrafımı sarmaya başladı. Bir kanal görevlisi “Efendim, arka kapıdan çıkalım, arabayı oraya çağırırız.” diye fısıldadı kulağıma. Ben içeri girerken “Şuna bak!” diye bağırdı kadın. “Hem suçlu hem güçlü! Hiç mi utanmadın ölmüş oğlumun arkasından kara iftira atmaktan! Kaç şimdi de kaç! Şerefsiz, haysiyetsiz, yüzsüz herif seni!”
Perdelerin arasından süzülen güneş ışığı sayesinde uyandım. Komodinin üstündeki telefonuma uzanıp baktım. Saat 11’di. Gerinerek ayağa kalkıp küçük adımlarla banyoya girdim. Elimi-yüzümü yıkamak için lavaboya eğildim. Aynadaki aksime baktığımda çığlık atarak geriye savruldum. Arkamdaki dolaba çarpan sırtımın acısını hissettim. Aynada gördüğüm adamın yüzü yoktu. Ne ağzı, ne burnu, ne gözleri! İnanamayarak aynaya yaklaştım. Titreyen ellerimle tahta gibi dümdüz olan suratımı yokladım. Bir kabustu bu! Evet! Henüz uyanmamıştım! Hala görebilmemin, nefes alabilmemin ve çığlık atabilmemin başka nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? Kendimi çimdiklemeye, hatta tokatlamaya başladım. Darbeler arka arkaya yüzüme inerken gerçek dünyaya uyanmayı ve “Oh, kabusmuş…” diyerek derin bir nefes almayı bekliyordum. Olmadı. İçimde bir panik dalgası yükseliyordu. Birden gerçek tüm ağırlığıyla üzerime çöktü: bu bir kabus değildi. Bir sebepten, Allah beni cezalandırmış, böyle yaşamaya mahkum etmişti. Kimsenin görmek istemeyeceği bir yüzsüz, bir kimliksiz olarak yaşamaya… Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Birkaç hırıltılı nefes sonunda bir yumruk darbesiyle aynayı kırdım. Dizlerimin üstüne çökerek avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım: “Aaaaaahhh!”
Zekeriya Ünal
Kaynak: kirlisuyu.blogspot.com