Bakışlarımı kaldırdım gökyüzüne. Gözlerim kısıldı. Güneş ışınları, retinamı yaktı. Gözlerimin görebildiği kadardı dünya. Görüş açımın yettiği kadar. Göremediğim hiçbir şey yoktu. Yaşamıyordu. Benden uzakta olanlar. Yanımda olanlar. Hayal gücümün ürünüydü sadece. Düşünmezsem, yoklardı. Bir sanrıydı hayatımda olanlar. Tanıştığım insanlar, benden bir parça taşıyorlardı. Kendim gibileri çekiyordum her gün. İyi günümde iyi insanları, kötü günümde, olmayanları.
Ölüm, sanıldığından farklı, huzur vericiydi artık gözümde. Bir gece önce, düşünebildiğim tek şey, en sevdiğim yazarlardan biri olan ‘Cesare Pavese gibi olmasın’dı sonum. Onun gibi, bir otel odasında, başarısız biri olarak, tek başıma, acıdan kıvranırken ölmemekti. O başarılıydı. Ben başarısız. Sonumuz aynı olacak gibiydi. Kalbimi elimin altında hissetmiştim. Öyle bir atıyordu ki. Hızlı ve kesin. Nefesim, boğazımdan her çıktığında, ‘bu son’ dedim. Bu son nefesim. Dünyaya kattığım son zehir. Bakışlarım beyaz duvara kitlenmişti. Bir de kapının orada yanan sarı lambaya. Gözlerim kapandıkça soldu ışık. Nefesim de. Ben soldum. Varlığım soldu dünyadan. Geçirdiğim her günüm zihnime doluştu. Her anım. Özellikle çocukluğum. Yaşadığım acı dolu günler. ‘Neden yaşadım?’ dedim. Neden geldim dünyaya. Bunları yaşamak için mi? Anlatmak için mi? İsteklerim önümde uzadıkça, geride kalmak için mi? Ağırlıkları altında kaldı cesedim. Ölüm, o kadar da kötü değildi gözümde. Sanıldığından farklı, huzur vericiydi. Kurtuluştu belki de ıstırabımdan.
Sesimin yankısı odalarda. Duvarlarında. Çarptığı zeminde izim kalıyor. Yansımamı görüyorum gözlerinde. Hiç tanımadığım insanların. Kapıyı kapatmıştım yüzüne tanıdığım insanların. Gözlerindeki boşluk, hatıralarıma kazınmıştı.
Duvarların arasında sıkıştım yine. Kaçacak yerim yoktu. Bu hisle başa çıkmayı öğrenmek zorunda olduğumu bilmek, tımarhanede kapalı kalmak gibiydi benim için. O hissi de öğrenmiştim. Kâbuslarımda. Her gece rüyalarımla süzülüyordum kapılarından içeri. Zorla kapatılıyordum bazen. Bazen de kendimi orada yaşarken buluyordum. Arkadaşlarım da benimle birlikteydi. Olmayan arkadaşlarım. Onları kurtarmaya çalışıyordum kendimi unutup. Yastığa dönüşüyorlardı konuştuğum. Ya da masaya. Onların orada olduğunu bilmek, yalnızlık hissimi elimden alıyordu. O yüzden orada olduklarını düşünüyordum ya zaten. Yalnızlıktan korktuğum için. Ama her gün değil, ara sıra.
Koridorlarında dolaşıyorum tımarhanemin. Zihnimin duvarları koyu gri. Islak. Beton kokuyor. Seviyorum bu kokuyu. Çocukluğumdan beri farklı bir tat bırakıyor dilimin hücrelerinde. Kaygan zeminler. Islaklık düşüncelerime yapışıyor. Dilimle tadıyorum zemini. Ellerimi sürüyorum düzlüklerine. Beynim düz. Kıvrımlarım düzleşti. Düşüncelerim şekil değiştirdi. Çıkamıyorum tımarhanemden. Zihnimin duvarları koyu gri benim.
Kapattığım kapının ardında kaldım. Kendimi de içeri hapsettim. Çıkamıyorum dışarı. Kapının ardındaki varlığı, kalbimi sıkıştırıyor. O kapıyı kapattığım an, kendimi de içeride bıraktım. Dünyalarımızı ayırdım. Ayrı olan dünyalarımızı. Hayatımdan memnun değilken, değiştirecek insanlara kapıları hep kapatıyorum. İstemiyorum istemediğim hayatımın tek bir taşının bile yerinden oynatılmasını. Ben oynatamazken insanların varlıklarıyla buna güçlerinin yetebilecek olması kendimi güçsüz hissettiriyor. Güçsüzüm. Hayatıma istediğim şekli veremiyorum. Benim iradem dışında gelişen her şeyden nefret ediyorum. Bende o güç yok. Cesaret hiç yok. Gri duvarlarımın arasında kaldım. Çıkamıyorum dışarı.