Bazen ölümü düşünüyorum. Aslında ne olduğunu herhangi bir anlamı olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken de çok iyi bir öğrenci olmamama rağmen, bilinçaltıma işlemiş olduğu ya da mantıklı bulduğum için kullandığım bir yöntem var: Ölçmek istediğim ama tüm girdilerini bilmediğim -ve bu durumda bilmediğim- bir olguyu araştırıyorsam, o sisteme belirli değişikler yapıp sistemin son durumu ile başlangıç durumu arasındaki farklılığı inceliyorum. Ölüm hakkında konuşurken iki durum belirliyorum: Var olmak ve yok olmak. Aralarındaki farklılığa bakıyorum. Bulduğum farklılığın anlamını kelimelerle anlatmam pek mümkün değil. Daha çok bana bir duygu yaşatıyor bu fark. Kocaman bir boşluktaymışım gibi, uzayda süzülüyormuşum gibi… Sonsuza kadar uzanan bir doğrunun (bütün doğrular sonsuza uzanır) – veya + sonsuz ucuna yaklaşmaya çalışacakmışım, çok yaklaşacakmışım ama sadece sonsuzda ona dokunabilecekmişim gibi. Bu duygunun içinde kendimi çok küçük hissediyorum. Küçükken Miniatürk’e gittiğimde kendimi çok büyük hissederdim. Sanırım insan büyüdükçe küçülüyor. Reel yaşama döndüğümde gökyüzüne bakmak cezbediyor beni, rahatlıyorum ama içim ürperiyor. Denizde açıldıktan sonra dalıp suyun altına bakmak ya da Jeita Mağarası’nın içinde dolaşırken kendini unutmak… Biliyorum ki o doğruya ne kadar yaklaşmak istesem de amacım o doğruya dokunmak olsa da ona dokunduğum anda sonsuzlukta küçük bir noktaya dönüşeceğim, bilge ama boyutsuz ve kimliksiz. Bu fikrin garip bir şekilde beni kendine çeken bir tarafı var. O tarafa yenilmeye korkuyorum, bazen de ne kadar istesem de o tarafa asla gerçekten ulaşamayacağımdan.
Hayat peki? Gerçekten o kadar mucizevi mi, bize bahşedilmiş bir hediye mi, bir sınav mı yoksa sadece bir tesadüf mü? Ya da sadece vardır. Ölümü anlamlı kılan bir olgudur. Belki ölüm yaratmıştır hayatı, egosunu tatmin etmek için, ciddiye alınmak için. Farklı bir yerden bakarsak da hayat yaratmış olabilir ölümü, ona saygı duyalım diye. İkisi savaş halinde mi yoksa aynı kişiler mi?
Bizim yaşadığımız hayatlar, bize ait olduğunu zannettiğimiz hayatlar… Aslında bizim zannetmek çok da yanlış sayılmaz, ayrı ayrı değil de hepimizin gerçekten tek bir hayat sürdürdüğümüzün farkındaysak tabi. İnsan kendisini değersiz hissediyor bir başkası ona ana karakterin o olmadığını söylediğinde. Bunun sebebini de günlük yaşama bağlıyorum. Yani, insanların icat ettiği yaşama. Ölümü erteleyen, düşünmeyen yaşama. İnsanlar ölümü beklerken sıkılmasınlar, para kazanıp para harcasınlar ve beyinleri bir gün ölecekleri gerçeğini reddetsin diye kurgulanan hayat. Belki de en başta o kadar kötü bir fikir değildi. Ta ki insanın içindeki güç tutkusu ortaya çıkıp her şeyi yakıp yıkana kadar. Hırsıma yenik düşen, ana karakteri kendisi zanneden ilk insan doğana kadar. Evet, ilk insanlarda da bu hırs vardı ama hayatta kalmak için, animaldi.
Bu düşünceler beni ele geçireli epey bir vakit oldu. Bu düşüncelerin gelişmesi esnasında ben hayatı değersizleştirdim, gerçekle hayali ayırt edemedim, hayattan koptum, çokça unuttum. Hepsinin bir sebebi vardı. Ben bunları yaparken, hayat kendine özgü ve acımasız mizah anlayışıyla benimle dalga geçti. Bazılarına beraber kahkaha attık, bazılarınaysa sadece dudaklarımın ucuyla zar zor gülümseyebildim. Ama o hep kahkaha attı, buna eminim. Bazen arkamı kolladı. Bazen hiç istememesine rağmen ayağıma çelmeler taktı. Her oyunun bir kuralı vardı, hayatın bile bozamadığı. Çünkü, bir denge söz konusuydu. O dengeyi bozarsa bugüne kadar uğraştığı her şey yok olurdu. Bunu çok iyi biliyordu. O yüzden adaletsiz oldu. Ama kendine bunu yakıştıramadığı için bire bir müdahale edemese de dolaylı olarak adaleti sağlamaya çalıştı. Her seferinde başarılı olamadı, elinden gelen yaptığından da emin olamıyorum. Şımarık, zeki, duyarlı, yaşayan ve yaşamış bütün insanların vekil olarak seçtüğü bir çocuk avukata benziyor.