Nitelikli edebiyattan söz ettiğimizde, yazınsal metinden söz ediyoruz. Kurmaca terimi bu demek istediğimizi anlatmaya bir başına yetmez. Çoksatar romanlar da kurmaca ürünü, onlarda da gerçek hayatlara benzeyen kurmaca hayatlar, yazarların hayalleri, uydurdukları kişiler var. Gelgelelim yazınsal metinler sayamayız onları. Öyle olsalardı –kimilerine nedense tuhaf gelen şu düşünceyi yeniden belirtmek gerekirse– çok satmazlardı.
Yazınsal metinlerin birçok öğesi yanında, anlatımda kullanılan teknikler bakımından da çözülmesi gereken sorunları var. Anlatım sorunları bunların en çetrefil olanlarından. Sözgelimi birinci kişi, üçüncü kişi, ikinci kişi adıllarıyla anlatım, kâğıt üstünde anlaşılır biçimde açıklanabilir; bir ders olarak kolayca anlatılabilir. Ne ki uygulamaya gelince, uygun kişi adılını bulduktan sonra yazarım, demek yetmiyor. Özellikle üçüncü kişi ve birinci kişi ağzından anlatım, öyle çok ince ayrımlar (nüanslar) taşıyor ki her yüklemin sonunda cümlenin başına dönüp denetlemek gerekiyor: oldu mu, olmadı mı?
Geleneksel üçüncü kişi anlatımı
Bilindiği gibi, geçen yüzyıllarda çok baskın, o günden bugüne kalmış büyük romanların çoğunun seçtiği kişi adılı üçüncü kişi anlatımıydı. Çünkü yaşanan hayatın önemli kesitlerini, geniş zamanlarını, büyük hayatları, tipik kişileri anlatmak için en olanaklı anlatım biçimiydi. Bu arada hemen öne çıkan ilk sorun, bilinen ama sanırım epeyce unutulmuş olan tanrı anlatıcının ister istemez anlatıya egemen oluşuydu.
Üçüncü kişi anlatımında tanrı anlatıcı, bütün hikâyeyi, olayları ve olay örgüsünü, kişileri ve aralarındaki ilişki ve çatışmaları bilmektedir. Dahası, bütün bunların öncesini bildiği gibi bazen sonrasını da bilip romanda yeri geldiğinde belirtir. Bunun hem dönemin roman anlayışının doğal sonucu olduğunu hem de anlatım tekniklerinin yeterince zenginleşememesinden çıktığını belirtebiliriz. Çünkü anlatıcının konumu, biz gerçek hayatın sahici gerçekliği içinde nasılsak öyle olması gerekir, ne bir eksik ne bir fazla.
Demek ki üçüncü kişi anlatımında anlatıcı, kişileri birlikte yaşadığı kişiler gibi görüp tanıyabilir. İnsan nasıl karşısındaki kişinin davranışlarını, konuşmalarını, mimiklerini, vücut dilini ve yüz ifadesini görebilir, bazen onları yorumlayabilir ama onun aklından geçenleri, iç dünyasını bilemezse, anlatıcının konumunun da aynı böyle olması gerekir.
Bu dediklerimi örnekleyerek açıklamak isterim:
Tolstoy’un Savaş ve Barış romanından:
Anlatıcı, üçüncü kişi ağzından, “Nataşa ona bakıyordu, ama korkuya ve kuşkuya kapılmış görünüyordu” ya da “”Nataşa’nın dudağı birden titredi, ağzının çevresinde çirkin kırışıklar oluştu, hıçkırarak yüzünü elleriyle kapadı” biçiminde anlatabilir. Burada dışarıdan ne görülebiliyorsa onlar belirtilmiştir.
Ne ki bu anlatıcı, “Bu umutsuzluktan, bu kuşkudan kurtulabilmenin kendi elinde olduğunu hissederdi Pierre. Ama şimdi, gözleri önünde dünyanın yıkııp gitmesinin ve geriye anlamsız yıkıntılardan başka şey kalmamasının kendi suçu olmadığını hissediyordu. Hayata duyduğu inanca geri dönmenin artık kendi elinde olmadığını hissediyordu,” diye anlatamaz, çünkü anlatıcı artık Pierre’in iç dünyasına tam boy girmeye başlamıştır.
Tolstoy ve 19. yüzyılın büyük gerçekçilik döneminin anlatıları her şeyi bilen üçüncü kişi anlatımını zorunlu olarak kullanıyordu.
Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu romanından:
Anlatıcı, üçüncü kişi ağzından, “Adnan Bey kızıyla bu refakat hayatının tafsilatını görürken etrafına, odasına; hatıralarının, kızıyla beraber geçen saatlerin sakit şahitlerine akıyordu,” diye anlatabilir elbette.
Ne ki bu anlatıcı, “Dünyada bu endişelerden mütecerrit, bu bin türlü kayıtlardan azade, etrafında cereyan eden bütün bu şeylerden haberi olmayan birisi varsa o da Bülent’ti. Onun yalnızca bir şeye merakı vardı: Gülmek…” diye anlatamaz, çünkü anlatıcı artık Bülent’in iç dünyasına girip yorumlamaya başlamıştır.
Kısacası, yüz yıl önce yerini yeni anlatım biçimlerine terk etmiş olan tanrı anlatıcıyı kullanmak, bir romancı için –postmodern romancıların fantezilerine benzer kaygıları da yoksa– yersiz olacaktır. Üstelik bu anlatıcı, ona yüklenmek istenen işlevi de aşarak, ister istemez yanlı bir anlatıcı ya da anlatıcı-kişi olarak romanın içinde dolaşır. Okura ne kalır ondan? Yazar, okur için, bu anlatıcıyı kullanarak roman kişisinin iç dünyasını da olduğu gibi aktarmaya çalışmaktadır.
Kişilerin bakış açısı içinden anlatım
Üçüncü kişi anlatımının kısıtlarını aşma tekniklerinden biri, anlatıcının dışarıda ve yansız kalma zorunluluğunu unutmazken, zaman zaman kişilerin bakış açısı ve bilinci içinden anlatmaktır. Ayfer Tunç, son zamanlardaki susuzluğumuzu gideren ve iyi bir roman okuma fırsatı veren Dünya Ağrısı romanında yer yer bu tekniği kullanarak anlatım sorununu çözüyor. Örnekse:
Anlatıcı, üçüncü kişi ağzından, “Epeydir Mürşit’in kulağına şehirde biraya esrarın eşlik ettiği geliyor. Başta Özgür için endişelenmişti, sonra dikkat etti, esrar içmesi muhtemel arkadaşlarıyla görüşmüyor, rahatladı,” diyerek dışarıdan tanıklığını belirttikten sonra, “Oğlu yasak korku tanımasın, hayata iştahla saldırsın isterdi, merak etsin, kurcalasın, sınırları zorlasın. Öte yandan baba sonuçta, oğlunun başına bir şey gelecek diye ödü kopuyor,” diyerek de aslında anlatıcının yapamayacağı bir şeyi anlattırmıyor, Mürşit’i bakış açısı içine, dolayısıyla bilinci içine girerek anlatıyor.
Oğlunun sınırları zorlamak için nasıl düşünmesi gerektiği Mürşit’in düşüncesidir, ödü kopan da odur. Bunlar yazarın Mürşit’ten bağımsız açıklamaları değildir. Demek bu, önceki örneklerden farklıdır. Burada önemli olan, Mürşit’e yakıştırılan düşüncelerin ve duyguların onunla özdeşleşebilmesidir. Değilse, tutarsızlık başlar, anlatıcı rol çalıp yazar adına okura açıklamaya yapmaya başlamış olur ve okuduğumuz öykülere ve romanlara bakarsak bu kusurlu örnekleri pek çok anlatıda yaygın biçimde görebiliriz.
Yeterince açıkça anlatan bir örnek mi bu, bilmiyorum. Elbette okuduklarımızda benzerlerine rastladıkça anlatıcının konumunu ve yetkisini sorgulayıp sınamalıyız. Üçüncü kişi ağzından anlatımda, dışarıdan anlatıyormuş gibi görünürken aslında öykü-roman kişilerinin bakış açısı ve bilinci içinden anlatmak, kişilerin iç dünyalarının nasıl verileceği sorununa getirilmiş yerinde, geçerli, doğru bir çözümdür.
Üçüncü kişi anlatımında anlatıcının rolünü sınırlayan bir anlatım biçimi de anlatıcıyı bir kamera gibi kullanmaktır. Aslında bunu, üçüncü kişi anlatımının geçen yüzyıllardan bugüne izlediği yolun sonunda aldığı biçim olarak düşünebiliriz. 21. yüzyılın başlarında modernist edebiyat, bireyi odak noktasına aldıktan sonra yeni anlatım tekniklerine zorunlu kalınca, üçüncü kişi de kıyıya çekildi ve bir aktarıcı olmanın dışındaki rolleri kendisinden alındı. Doğruydu ve bu, anlatının biçimlerini nitelik bakımından yükseltmiş de oldu. Yazarın yaratıcılığı anlatım sorunlarını daha doğru ve yeni biçimler bulmaya yöneltti.
Bu tür üçüncü kişi anlatımında, anlatıcı dışarıdan görülebilen her şeyi anlatabilir ama kişilerin iç dünyalarına kesinlikle giremez. Kendi konumunu da öyküde ya da romanda yaşananlar karşısına konmuş bir kamera gibi görür, sınırlar. Anlatılmak istenenler kişilerin iç dünyalarını kendilerinin dışa vurması ve diyaloglar yoluyla olur. Artık ayrıntılar çok daha önemlidir. Raymond Carver öykülerinde anlatıcıyı böyle kullanmanın nitelikli örneklerini vermiştir.
Gene yineleyelim: Üçüncü kişi anlatımı bu kadarla da sınırlı değil elbette, metin içinde karşılaştığımız çok çeşitli durumu kendine özgü durumlar olarak anlamaya, getirilmiş çözümlerin doğru olup olmadığını sorgulamaya çalışmalıyız. Bu konuyu sürdürebiliriz…
kaynak: radikal kitap