Doruk ve meslektaşları, tabura katılalı 1 hafta olmuştu. Her bölükte aynı devre 3- 4 arkadaş bir aradaydı.
Onlar yetmiyormuş gibi, bir üst devreden de bir o kadar meslektaş görevdeydi. Doruk,” Nerede çokluk orada (?) ” ata sözünü hatırladı, içinden ” Atasözü İnşallah buraya uğramaz ” diye sessizce dua etti!
Diyeceğim o ki öğrenciliklerini çok aramayacaklar.
Mesai saati keyifli geçiyor, okulda öğrendikleri bilgileri askerlik mükellefi için gelen er ve erbaşlarla paylaşıyorlardı.
Kendileri de yeni yeni bilgi ediniyorlar, öğrenciyken yakından görmedikleri ağır silahlarla tanışıyorlardı.
Bir müddet, hem kışlaya, hem de ilçeye alışmak için, kışlada yatıp kalktılar.
Mesai bitince, servis araçlarıyla ilçe merkezine gidiyor, askeri gazinoda akşam yemeklerini yiyor, yatma vakti kışlaya geri dönüyorlardı. Kışlaya dönüş genelde yaya yapılıyordu. Bir bakıma zorunlu gece sporu sayılabilir ya da gece eğitimi de denebilir…
Bu gidiş gelişler pek çok sürmedi.
Birkaç haftadan sonra; kendilerine ev bakmanın daha doğru olacağına karar verdiler.
İmroz ilçe merkezi Çınarlı, Yeni Mahalle ve Fatih Mahallesinden ibaret, küçük fakat şirin bir yerleşim merkeziydi.
İki ayrı orduevi, bakkal, kasap, terzi-kunduracı manav gibi zorunlu ihtiyaçların karşılanabileceği esnaf, merkezdeki Çınarlı mahallesinde konuşlanmıştı. Birkaç haftalık garnizon misafirliği sırasında, bizden bir önce mezun olan meslektaşlarında aracılığı ile yerli halktan, Panayot isminde 35 yaşlarında bir Rum vatandaşımızla tanıştılar ve arkadaş oldular…
Panayot, uzun boylu, buğday tenli, Türkçeyi Rum şivesiyle konuşan; sempatik bir insandı. Çevresinde Rum’dan çok Türkler vardı!
Ne zaman canı sıkılsa bizden birini bulur dertleşirdi Panayot…
Dertleşir dedim de ne derdi var diye aklına soru takılanlara, onmaz yarasının ilkini burada not düşeyim.
Dertliydi Panayot! İmroz’da kendilerine Rum/Yunan gözüyle bakılmasından şikayetçiydi! Yunanistan’da da Türk Tohumu diye dışlanmaktan.
Bir insana bundan daha ağır yük vurula bilinir mi?
Her neyse, bu konulara şimdilik çok girip uzatmayayım…
Panayot’la tanıştıktan kısa bir süre sonra, kendisine kiralık bir ev bulunması için ricada bulunduk. Bizim mahallede bir ev var!
Sahibi yaşlı,huysuz bir madam, anlaşabilirseniz tutalım dedi. Hiç nazlanmadan gittik eve baktık.
İki odalı, bahçe içinde küçük bir meskendi.
Alt katta Madam Katarina kendi oturuyordu. Panyot’un tercümanlığıyla konuşup anlaştık. Madamın kulakları az işitiyordu.
Hemen bitişiğimizde yakın akrabaları ikamet ediyordu.
Bahçede Elmadan ayvaya, erikten kaysıya her cins meyve vardı. Üstelik Ağaçların dalında hala Ayva ve elma vardı ve gel beni ye diye bağırıyordu.
Panayot sıkı sıkı tembih etmişti meyve ağaçlarına yaklaşmayın.
Madam Elma ve Ayvaları dalında sayar, eksik çıkarsa suçu size bulur başınızın etini yer demişti. Evin tuvaleti bahçeye yapılmıştı.
Bütün mahallede olduğu gibi kiraladığımız evinde içinde de suyu yoktu. Panayot, suyu mahalle girişindeki küçük çeşmeden (pınar) alacaksınız dedi.
Bütün mahalle su ihtiyacını bu çeşmeden karşılarmış!
Eyvallah dedik!
Ertesi gün, her arkadaş kendi bölüğünden, karyola, yatak yastık ve battaniye temin etti, bir Cemse ye atıp getirdik.
İki odalı yeni meskenim-ize, küçük odada iki, büyük odada 3 kişi kalacak şekilde yerleştik.
Zaten evi otel yerine kullanacaktık.
Yemeğimizi gazinoda yiyecek kahvaltımızı, bölükte yapacak, evde de sadece istirahat edecektik.
Şakayla karışık bizim de içindeki eşyası bize ait olmayan, kendi evimiz vardı.
Arkadaşların gözlerinin içi gülüyordu. Her akşam tahtakurusuna zorunlu kan bağışında bulunmaktan ve de tatlı tatlı kaşınmaktan kurtulmuşlardı.
…/…