Sileni alcibiadis ya
da diğer bir ifadeyle yarı insan yarı keçi bir tanrı. Erasmus bu tanrının
hakkında deliliğe övgü isimli kitabında şöyle bahsediyor.
…Durum şu ki Alcibiadesli Silenus gibi,insana dair bütün olup bitenlerin her
biri birbirinden çok farklı yerlerde duran iki yüze sahiptir;hatta öyledir ki
ilk başta ölüm gibi gözüken şeyin üzerine gidildiğinde aslında yaşam olduğu
keşfedilebilir.İlk bakışta güzel görünen şey aslında gerçekten çirkin olabilir,açıkça
zengin gibi duran kişi herkesten daha yoksul …
Uzun lafın kısası,Silenus’a baktığınızda,her şeyin aniden tersine döndüğünü görürsünüz.
Erasmus burada
kavramlardan ve bizim onları nasıl yorumladığımızdan ziyade ,kavramları yanlış
yorumlayabileceğimizden bahsetmiştir.Gerçekten de dışarıdan baktığımızda
görünen ve ön yargı ile yaklaştığımız,uzaktan zihnimizde anlamlandırdığımız
çoğu şeyin yanlış olduğu bir gerçektir.
Fragmanlar isimli eserinde Herakleitos ‘‘Pek çok insan karşılaştığı
olaylara önem vermediği gibi kendilerine o olayların ne öğrettiğinin de
farkında olmaz.Buna rağmen öyle sanırlar’’ sözünü söyleyerek Erasmus’u
destekler gibi gözükmektedir.Yani erasmus farklı şeyleri olabileceğini
olayların ve kavramların insanların sandığı gibi olmadığını söylerken
Herakleitos bir çok insanın bu yanılgı içerisinde olduğunu dile
getirmiştir.Peki nedir bu kavram dediğimiz şey? Sözlükte kavram bir nesnenin,
bir duygunun ya da düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, anlamı, anlam
yükü olarak tanımlanmıştır.
Kavramları aslında ilk iletişim kurmaya başladığımız yıllardan beridir oluşturduğumuz bir anlaşma ve ortak bir düşünce olarak ele alabiliriz.İlk insanlar sesler çıkarak ve resimler çizerek iletişime başladılar daha sonraları ise yazıyı icat ederek yani sesleri somutlaştırarak iletişimlerini kalıcı kılmak ve ilerisi içinde bunu kolaylaştırmak gibi olağanüstü bir süreçten geçtiler.İnsanlar birbirleri nasıl anlaşabildiler sorusu ise bizi nesnelere verdiğimiz ortak tepkilere götürüyor.
Yani onlara
yüklediğimiz ortak anlamlara..
Nesnelere isim verme ve isim verdikten sonra o isimlerin içlerini doldurma
işlemlerinden sonra ise o nesnenin bizde uyandırdığı anlamı yani kavramı
benimseyerek davranışlarımızı değiştiririz. Kavram derken burada bahsettiğim
şey her şeydir.Kullandığımız her sözcük,her sembol bunun içerisinde yer alır.
Nesnelere isim verme konusunda çeşitli yorumlamalar mevcut (İlk baştan beri
biliniyordu ilahi bir güç öğretti, sesler birleşerek harflere oradan da
kelimelere dönüştü toplumlar bunu değiştirerek ilerletti vs.) ama bir şekilde
oluşmuş olması ve bizim bunları kullanıyor olmamız onların oluşumunun gerekli
olduğunu anlamamızda kafi derecede yeterli olmaktadır,bu bize verilen dilin
büyük lütuflarından birisidir.
Fakat bu isim verdiğimiz nesneler,olaylar hatta kişiler tek başlarına bizim için bir öneme sahip değildirler.Peki biz isimleri nasıl anlamlandırırız?
Cevap kolay öğrenerek.İnsan isimli varlığın diğer varlıklardan farkı ve en önemli üstünlüğü aynı zamanda medeniyetimizin bu kadar ileri olmasında en büyük payı olan öğrenme ve öğretme ile.Çabuk öğreniyoruz beynimiz buna elverişli ve öğrendiklerimizi gelecek nesillere aktararak sahip olduğumuz tüm bilgiyi ileriye aktarıyoruz.Hangi varlık –bizden başka bunu yapıyor düşünsenize.Bir baba,anne düşünün ki çocuğuna bir şeyler öğretmeyen,ona tabiri caizse ön ayak olmayan onlara tecrübelerini aktarmayan.
İşte biz isimleri ve
onlara yüklediğimiz anlamları kaybetmeden yüzlerce yıldır bu şekilde buraya
kadar geldik.Bir örnekle bu konuya şöyle açıklama getirmek istiyorum(Elbette
tam anlamını karşılamayacaktır).
Yemek yapmak için bir kap,uygun malzemeler,bunları bir araya getirecek bir kişi
ve aç bir insan lazımdır.Burada bahsi geçen tencereye nesnelere verdiğimiz
isimler olsun.Nihayetinde boş bir tencere içinde yemek olmadan aç bir insan
için hiçbir zaman faydalı bir şey olmaz.İçine doğranan malzeme ve ortaya çıkan
yemek ise o isimlere verdiğimiz anlamlardır.Bir araya geldiğinde hoş ve
lezzetli işe yarar bir yemek olur diğer türlü tek başlarına tam anlamı ile yine
aç bir insan için bir faydası olmayan bir şeydir.
Bunları bir araya
getirenler ise yeni nesile yani aç insana bunları öğreten kavramları aşılayan
insanlardır.Aynı zamanda bunlar için bir çabalamak söz konusu olmalıdır.Kalkmak
tencere ve malzeme bulmak ve yemek yapmak gerçekten emek ister.Bu yüzdendir,zor
elde edilen şeylerin bizim için daha fazla anlam içermesi.Ne kadar çaba o kadar
anlam.
Fakat her şeyde olduğu gibi bu durumda da bir tehlike söz konusu
olmaktadır.Tekelleşme.Yani insanların kavramlara yükledikleri anlamlar bir süre
sonra yorumlanmaz ve sorgulanmazlar ise aynen kabul edilir hale gelir,Erasmus
ve Herakleitos’un bahsettiği tehlikeli süreç başlamış olur.Bu durumdan nasıl
kurtulabilinir? Taklit etmekten öteye nasıl gidilebilir?
M.Heidegger Düşünmek ne demektir isimli yazısında şunları
diyor.
-Öğrenme yakınlık gerektirir,öğretme ise öğrenmeden daha güçtür.Peki neden?
Çünkü öğretme öğrenmeye izin vermeyi gerektirir.Öğretmek için öğretmeye izin
vermeyi öğrenmeliler.
Kimler
bunlar;Anneler,Babalar,Öğretmenler ve diğer bilge insanlar.Yetiştirdiğimiz yeni
nesile evet kavramları ve bunları öğretiyoruz ama öğrenmelerine izin
vermiyoruz.Kendi seçtiğimiz doğruları onlara sanki doğruymuş gibi öğretme
ukalalığına kalkışıyoruz.Toplumlarda benzer insanlar elbette olabilir ama aynı
şeyleri düşünen,bir konuda aynı yorumu yapan,farklı bakış açısına sahip
olamayan kişilerin sayısı arttıkça elbette bu çok tehlikeli bir hal alabilir ve
alacaktır.
Burada bizim için bugüne kadar bir anlam ifade etmeyen bir kavram ortaya
çıkıyor.Düşünme kavramı.Ancak bu yolla kurtulabiliriz peki nedir bu düşünme?
Bir insan çok büyük bilgiye sahip olabilir fakat bu bilgiyi kendi kendine
düşünerek işlememiş ise bu bilgi kıymetsizdir der Schopenhauer.
Burada bahsetmek istediği okurların okudukları kitapların yazarlarının düşüncelerini fazla kabul görmesi sonucunda bireyin özgün düşünce oluşturamaması tehlikesidir.Okuduklarımız bize sadece o yazarların yorumlarını anlatır tıpkı dünyaya geldiğimizde önümüze sundukları her fikir gibi.Onları düşünerek kendimizce anlamlandırmamız ise çok önemlidir.Tanrıya inanıyorsanız şunu asla unutmayın,Tanrı düşünmemizi istediği için düşünmemizi istedi.
Immanuel Kant ise şu
sözleri ile kavramlarımızın,onlara yüklediğimiz anlamaların ve düşüncelerimizin
özgünlüğü konusunda ‘‘Kavramlarımızı ne kadar yüceltip duyumsallıktan
arındırırsa arındırsın gene de onlar her zaman temsili tasarımlara bağlı
olacaklardır ki onların özgül belirlemesi başka türlü tecrübeden çıkarsanmayan
bu kavramları deneysel kullanım için elverişli hale getirmektir’’bize ait olmadığını belirtmektedir.Bu o kadar da kötü bir şey değildir
çünkü zaten tüm bilimler birbiri üzerine eklenerek yeni kavramlara
dönüşürler.Bir şeyin daha önce bulunmuş olması onda keşfedilecek bir şeyler
kalmadığı anlamına gelmez.
Bunların başında ise sorgulama gelir.Sorgulamak bir düşünceyi,kavramı bize
dayatılan biçimde değil de eleştirisel bir bakış açısı ile ele alarak yeniden
yapılandırma süreci sonucunda anlamlandırma olarak tarif edilebilir.Sorgulamak
eleştirisel bir bakış açısı gerektirir.Erasmus ‘‘Eleştiri kendimizi
eleştirinin nesnesinden farklı bir yerde konumlandırmamıza olanak sağlar.Ama
aynı zamanda eleştiri yapanlara konudan uzaklaşmak gibi tehlikeli bir rahatlık
sağlar’’ şeklinde bir yorum getirmiştir.
Konuyu toparlayacak
olursak kavramlar ve bize öğretilen her şey birer aldatmaca ve yalandan
ibarettir.Çünkü bize öğretilenler ağacın içinde yaşayan birer kurttur biz
onlarla yaşarız ama ancak bizi yiyip bitirdiğinin farkına varmayız.Düşünce
sistemimiz artık özgün bir şey üretmekten ve taklit etmekten öteye geçmediğinde
durumu anlarız yani çürüyüp kurumaya başladığımızı,ancak iş işten
çoktan geçmiştir.Bize öğretilenleri sorgulayarak,eleştirisel bir bakış açısı
ile ele alarak tekrar öğrenmek ise o kavramların gerçekten bize ait olduğunu
gösterir ve anlamının gerçekten bizim için öğretilmiş anlamlardan farklı
olduğunu anlamamızı sağlayarak öğrendiğimiz şeyin bizim için anlamını değerli
kılar.
Ne yazık ki dünyanın hiçbir döneminde insan ırkının bu kadar tekelleştiği bir
dönem daha olmamıştır.
Ben olmayınca bu
güller, bu serviler yok
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok
(Ömer Hayyam)