Diyorum ki bazen o güzel mi güzel Sabahattin Ali’nin, Yusuf Atılgan’ın, Oğuz Atay’ın romanlarında yaşamayı tercih ederim.Realiteye mahkum olmak bence en tehlikeli şey şu donem. O satırlarla açılsın mezarımın kuyusu, küreklerin toprağa değdiği anın sesini bile o satırlarda işiteyim. Evet direkt ölümden bahsetmem de tesadüf değil aslında. Kararsızlığın, düşünce yapısının gevşekliğinin ve temele oturtulmamışlığının bir dışavurumu belki de bu. Oysa yazmadan once nasıl da katı despot bir tavra bürünüyor düşünceler. ‘Doğruyum! Tek doğru bu!’ diye sıkıştırıyor. Kalem kağıda değdi mi dağılan Mürekkep gibi dağılıyor hepsi bir yana. Benzerleri, karşıtları ile. Ve günlerce belki haftalarca sorgulamadığımız her an, kayıtsız kalıyoruz olan bitene. Nefes alıp veren bir nesne gibi sadece. Otomatik hareketler, sırf yapılması gerektiği için yapılan gündelik rutin. Ihtiyaçtan doğan tüketimler ve eğilimler. Sadece ihtiyaç. Tabiki ihtiyaç duymak insanın doğasında var ve yadırganamaz bir durum. Fakat insani ilişkilerdeki ihtiyaçlar hangi boyutlara erdiğinde kabul edilemez olur onu sorgulamak gerekiyor. Sırf yalnızlık korkusu adına kurulan samimiyetsiz ilişkiler, toplumda tanınmayı sağlamak adına yapılan eylemler ne derece kabul edilebilir? Hissizleşmenin, duyarsızlaşmanın ve empati yoksunluğunun bizi bu mekanik hale getirmesi de tesadüf olamaz. Kapitalist sistem ve liberal düzen hep bir ağızdan ‘Harca!’ diyor özgürsün! Peki ya özgürlük ne bir his mi yoksa somutlaştırılabilir mi? Tüm bu soruları cevapsız bırakmak zorunda kalıyorum. Cünkü deneyimlerim saatin tik takları ile eşzamanlı.Ne kadar cümle varsa o kadar yaşanmışlık ve yaşanamamışlık var. Yetişebildiklerimiz ve kaçırdıklarımız var hayatta. Bir de bu ihtimaller dışında olup da sırra kadem basanlar. Boyle ciddi muamele ettiğime de bakmayın. Ömer olmak isteyen Macideyim ben hala…..