Herkes kendi çocukluğunun en iyisi olduğunu savunur. Hele ki çocukların sağlıklı bir çocukluk geçirmediği kanısının yaygın olduğu şu dönemde bu savunucuların sayısı oldukça fazladır. ‘’Bizim zamanımızda böyle miydi efendim? Biz çeşit çeşit oyunlar oynardık. Şimdiki çocukların içi çürümüş. Ellerinde telefon, bilgisayar, tablet! Dünya umrunda değil hiçbirinin.’’ Benim bu yazıyı yazmamın amacı bu tür serzenişlerde bulunmak değil kesinlikle. Çocuklukla ilgili ağzını açan zaten bu teknoloji çılgınlığına dokundurmadan kapatmıyor ağzını. Tamam ulan haklısınız. En haklı sizsiniz. Küçükken köyün en fırlaması sendin amcacım hee. Sen de küçükken annene yardım ederdin teyzecim, daha 12-13 yaşında ev işi yapardın sarma dolma sarardın, şimdikiler iş bilmez evet. Yeter la ne pis geyiğiniz varmış. Tamam en maharetli, en fırlama, en akıllı sizdiniz tamam. Biriniz de diyin ki ben küçükken çok maldım. Elimden hiçbir iş gelmezdi malak gibi yatardım! Hepiniz on numara çocuktunuz madem bu azotlu yaşlılığın kaynağı ne? Neyse. Gerçekten bunlardan bahsetmek değil amacım.
Bizim çocukluğumuz futbola ilgi duyan birçok çocukta olduğu gibi futbol topu peşinde koşmakla geçti. Top sürerken, gol atarken hep en sevdiğimiz futbolcunun ismiyle bağırırdık. Kendi kendimizin spikeriydik olum. Benim en sevdiğim futbolcu Gençlerbirliği’nden Souleymane Youla’ydı. Koşarken ‘’Youla gidiyor, Youla attı çalımını, Youla vurdu goolll!’’ derdim. Aşıktık futbola. Köyde futbol oynamadığımız düzlük, bayır kalmamıştır. Hatta civar köylere maç yapmaya gittiğimiz de olurdu. Oynadığımız bu düzlük ve bayırlar televizyonda izlediğimiz sahalara benzesin diye kendi imkanlarımızla tahtalardan kaleler yapar taşlarla çizgiler çizerdik. Taşlarımız dağılır tahta kalelerimiz de araklanır asma bahçelerinde çatı olarak yaşamına devam ederdi.
Şimdilerde yaptığımız onca maçın, gol kavgasının bir anlamı olduğunun farkına vardım. Küçükken sadece maçı kazanmaktı amaç. Maç içindeki olaylara hiç takılmazdık. Normal olan buydu çünkü çocuktuk. Akşam olup eve gittiğimizde üzerimizdeki kirden pastan arınırken, suyu yüzümüze sertçe çarparken akılda kazanılan ya da kaybedilen maçlar olurdu. Şimdi uyanmak için yüzüme sertçe çarptığımda suyu, maç içinde yaşananlar geldi gözümün önüne hayal meyal.
Kale boş olduğu halde topa hızla vurup olabildiğince uzağa göndermek isteyen çocuklar bizim gözümüzde kötü çocuklardı mesela. Çünkü tek amaçları gol atmak değildi onların. Gol atmanın yanında rakip takıma eziyet etmekti amaç. İşte kötülük kriterimiz bu kadar masumdu. Nitekim o çocuklar büyüdüler ve gerçekten kötü adamlar oldular. Çalım yediğinde hazmedemeyip arkadan faul yapan çocuklar, şimdilerde çalışma arkadaşlarının, akrabalarının, dostlarının arkasından atıp tutmakta. Basit bir mahalle maçı olarak görülebilir ancak aradan geçen 10-15 yıllık süreden sonra dönüp baktığımda hak yememeye çalışan, faule tarafsız bir şekilde faul diyebilen insanlar şimdilerde de öyleler. Sadece maç yapmıyormuşuz aslında. Aynı takımda olmak istemediğim hiçbir insanla da şu an görüşmüyorum mesela. Kazanma hırsıyla her türlü hileye hurdaya başvuranlar da büyüdüler. Yine aynı yolun yolcusu olmak için bilet almayı seçtiler. Hem de cam kenarına.. Orayı da kirletti düdük makarnaları. Küçükken şımartılan, anne ve babasının hoş görüsünden faydalanıp toplumsal kuralları esnetenler de gelip geçti aramızdan. Yaptığımız maçlarda işlerine gelmeyen kuralları değiştirmek istediler. 7’de devre 15’te biter dediğimiz maçları kaybedince 20’ye uzatmak istediler. İstekleri olmayınca da önlerine baka baka evlerine gittiler. Maç içerisinde canı sıkıldığında bir o takıma bir bu takıma geçenleri de görüyoruz. Şimdilerde sağlam bir duruş sergileyemediklerini görünce şaşırmıyorum. Takım arkadaşı gol kaçırınca, pas vermeyince ya da bir şekilde hata yapınca ağzından köpükler saçarak anaavrat küfredenler de vardı tabi ki. Baksan herkes terbiyeli, herkes efendi, herkes adil, herkes iyi, herkes hakka hukuka saygılı.. Güçlünün yanında olup güce tapmayı, haksız da olsa sırf gücü var diye güçlünün yanında olmayı bazı insanların gelenek haline getirmesini görmek üzücü.
Psikoloji biliminde tedavi için çocukluğa inme mevzusu daha da anlam kazandı benim için. Yıllarca dalga geçtik ‘Çocuklar Duymasın’daki psikologla.’’ Bu da çocukluğa inip duruyor bunu ben de yaparım boşa para veriyonuz’’ diyenlerimiz de oldu. Esprisi de çok döndü. Arada hala ‘senin çocukluğuna inmek lazım eeeaghhaheahhaa’ diyenler var. İğrenç bi gülüş oldu farkındayım. Neyse. Ya adam uzaya gitse ben de yaparım ne var ki diyen bi zihniyet hep var zaten bizde. O çok ayrı bi konu. Dizinin adı ‘’Çocuklar Duymasın’’dı. Dizide işlenen konulardan biri çocukların ayrılmanın eşiğine gelmiş anne ve babanın kavgalarından, çeşitli sıkıntılardan etkilenmeden sağlıklı bir psikolojiyle büyümesiydi ama biz psikologun sürekli çocukluğa inmesini eleştirip oturduğu yerden para kazanmasına laf yaptık. Olum mevzu çocukluk lan.
Çocukluğumuz bize ailemizin, arkadaşlarımızın, çevremizin ve hatta içinde bulunduğumuz doğanın mirası. Bu miras ne kadar sağlıklı olursa psikolojimizin de sağlıklı olma ihtimali artar. İhtimal diyorum çünkü psikolojisadece çocukluktan meydana gelmiyor. Bunun ergenliği falan da var ki oraya hiç girmiyorum.
Çocukken oynadığımız oyunların, bulunduğumuz ortamların, arkadaş ilişkilerimizin bıraktığı izler yaşantımızın ilerleyen bölümlerinde o ya da bu sebeple karşımıza çıkacaktır. Bölüm diyince de dizi gibi oldu hee. Tutmayan diziler genelde 13.bölümde final yaparlar. Çünkü anlaşmalar 13 bölüm üzerinden yapılır. Umarım ‘Arka Sokaklar’ gibi çocukluk yaşamısızdır.
İnsanın direği namazdır. Yok lan dur
bu o değildi. Hahh. İnsanlığın direği çocukluktur.
Olay yerine yakınım Rıza Baba..