Yabancılaşma nedir? Marks’ın yabancılaşma teorisine göre yabancılaşma, insanın doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir doğa kurmak istemesidir. Marks’a göre yabancılaşma tanımının bir başka ayağı da bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancılaşır.
Edebiyatın kaynağını hayattan aldığı aşikar bir gerçektir. Modernitenin beraberinde getirdiği zorunlu değişimler, milletlerin edebiyatlarında da kendini bir biçimde gösterecektir. Batı’da romanı klasik gelenekten kurtarma çabası 1950’li yıllarda ortaya çıkar. İnsan bilimlerinin gelişimiyle toplumsal hayatın her alanında olduğu gibi edebiyatta ve edebiyatın bir türü olarak romanda yeni bir takım değişmeler görülür. Kendilerine bugün modernist ya da yeni romancılar denilen yazarlar, artık klasikleşmiş macera-perest roman kahramanlarına karşı olarak, hayatın dayattığı yeni bir tipi ortaya çıkarmakta ısrarcı olurlar. Bu yeni tip, insanın kendine yabancılaşması sonucu kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ‘modernist’ yazarların romanlarında yer edinir.
Bu açıdan yabancılaşmanın eşiğindeki roman kahramanı, Batı ile kıyaslandığında, Türk edebiyatında daha önceleri benzerine pek rastlanmamış yeni bir tiptir. Toplumcu-gerçekçi yazarların bu tipin toplumda bir karşılığının olmadığı ve dolayısıyla Batı’dan ithal bir tip olduğu yönündeki eleştirileri de fazlasıyla iddialıdır. Çünkü bu tipin Aylak Adam’a dek roman sanatına bu kadar güçlü yansımamış olması, gündelik hayatın içinde buhranlara sıkışmış, topluma yabancılaşmış bireylerin var olmadığı ve olamayacağı anlamına gelmez.
Türk Edebiyatında modernist bir romancı olarak Yusuf Atılgan -tıpkı peşinden koşup gelecek olan Oğuz Atay gibi-eserlerinde bireyin varoluş sorununu ve toplum içindeki yalnızlaşmasını anlatmakta, bu yönüyle psikanalitik incelemelere açık roman karakterleri oluşturarak Freud’un bahsettiği gibi sanatçıda bulunan bir çeşit nevrotik rahatsızlığı, bir memnuniyetsizliği dile getirmekte, toplum değerleri ile zıtlaşarak bir varoluş kavgası yaşamaktadır. Aylak Adam’da bay C. , Anayurt Oteli’nde ise Zebercet karakterleri bunu örnekler.
Aylak Adam sürekli bir arayışın romanıdır. Roman kahramanı bir isme bile sahip olamayan ve yalnızca ‘C.’ olarak bildiğimiz, kendisine babasından hatrı sayılır miktarda para kalmış ve para kazanma kaygısı içinde olmayan, Freud’un Oidipus kompleksinden nasibini almış ‘sıkıntılı’ bir karakterdir. Sürekli sevgiyi, dünyada saf ve iyi olan sevgiyi arayan ve aradığını bulma inancı taşımayan Aylak Adam’da ana mesele arayıştır. Dünyada salt mutluluğun olamayacağına inanır ancak çok düşük bir ihtimal de olsa arayışını sürdürür. Arayış onun için yaşamın kendisidir.
Aylak Adam’da yazar, karakterin içinde bulunduğu psikolojik buhranı yer yer dile getirir. Roman karakteri yabancılaşmanın eşiğinde olduğunun farkındadır. Varoluşunun sebeplerini kavramaya uğraşan roman karakteri annesini küçük yaşta kaybetmiştir, bu sebeple annesinden duyamadığı sevgiyi onu bir anne gibi büyüten teyzesinden alır. Babası gibi olmaktan korkan, ona karşı nefret besleyen Aylak Adam için Freud’un Oidipus kompleksinden biraz bahsedelim. En sade tanımıyla Oidipus kompleksi, Sigmund Freud’un kurucusu olduğu psikanalitik teoriye göre karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden ebeveyni safdışı etme konusunda çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamıdır. Teyzesinden anne sevgisi gören Aylak Adam’ın, babasının teyzesi ile olan ilişkisini öğrendikten sonra ‘baba figürü’ne karşı bir düşmanlık beslemesi, onu reddetmesi olağandır. Üstelik Aylak Adam’da çocukluk yıllarının Oidipus’lu hatıraları karakterin bütün yaşamı boyunca kendisini gösterecektir. Aylak Adam dünyada salt bir mutluluğun varlığına inanmaz ama yaşamı boyunca ona en ideal sevgi teyzesinden duyduğu anne sevgisidir. Yaşadığı bütün ilişkilerde bir şekilde bu boşluğu doldurmak için uğraşır.
Türk Edebiyatında, döneminde anlaşılamayan yazarlar mezarlığının Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay gibi saygın bir medfunu olarak Yusuf Atılgan , Aylak Adam’da yaşamıyla paralellikler gösteren bazı noktalar da bırakır. Her ne kadar Fransız edebiyat kuramcısı Roland Barthes, ‘’ Yazar öldü!’’ dese de okurun yazarı tanıması, okurun yazar ile yapıtı arasındaki ilişkiyi bilmesi onu ‘aşırı yorumdan’ koruyacağı gibi eserin yanlış anlaşılmasının da önüne geçer.
Aylak Adam’da, yeni yeni gelişmeye başlayan küçük burjuva toplumunun kıskacındaki insan ilişkilerinin yapmacıklığı ve roman karakteri C.’nin ‘hayattaki tutamak arayışı’ Berna Moran’ın bahsettiği gibi ‘klasik roman kuralları’ ile anlatılır. Yazarın daha başarılı kabul edilen ve karakterinin(söz konusu Zebercet) psikolojik rahatsızlığının daha da ileri derecede olduğu, okuru düşünmeye zorlayan bir bulmaca gibi çözümünü bekleyen ve her şeyin salt mantıksallıkla kavranamayacağını insanın yüzüne vuran Anayurt Oteli romanı teknik yapı bakımından daha farklı, daha ‘modern’ bir görünüm arz eder.
Eleştirmen Nurdan Gürbilek’in Anayurt Oteli ve Aylak Adam arasındaki bağıntıyı özetleyen şu cümleleriyle, Aylak Adam için açtığımız ve üzerine daha fazlasını yazmanın muhakkak olduğu bu bahsi şimdilik sonlandıralım: ‘’ Aylak Adam’ı gerçek sevgi peşinde bir özgür ruh, Zebercet’i cani olarak görmeden önce sormak lazım: Tek bir kadına, erişilmez bir kadına olan büyük tutkusu, kendini ısrarla başkalarından ayırma telaşı bir türlü iyileştiremediği gurur yarası nihayet kıpkızıl öfkesiyle Zebercet’i de içinde taşımaz mı Atılgan’ın Aylak’ı ? ‘’