Güneşli güzel bir gün daha başladı. Aylardan Eylül olmasına rağmen hava tatlı bir sıcaklık içindeydi. Genç kadın yeni uyanmış, kendine kahvaltı hazırlıyordu. Otuz beş yaşında olmasına rağmen çıtı pıtı bir görünüme sahipti, belki çok güzel değildi ama ilginç yüz hatları derin bakan ela gözleri ve gülümsediğinde ortaya çıkan gamzeleriyle karşısındakini etkilemeyi başarıyordu. Acele etmezse işe geç kalacağını düşünerek hızla kahvaltısını yedi, koşarak üst kata giyinmeye çıktı.
On beş dakika sonra arabasında İstanbul trafiğine söyleniyordu. Hiçbir zaman bitmeyen bir trafiği vardı bu şehrin ama nedense vazgeçemiyordu buralardan Ceren. Radyoyu açıp bitmeyecekmiş gibi görünen yola baktı…
Tam bir buçuk saat sonra varabildi ofise. Hızla içeri girdi, hafifçe tökezledi. Etrafına bakınıp patronu göremeyince rahatladı. Neyse ki ilk defa işe geç kalıyordu. En sevmediği şeylerden biri de geç kalmak ve beklemekti. Nefes nefese masasının başına geçti. Mehtap hanım her zaman ki gibi günaydın deme gereği duymamış, şöyle bir göz süzüp yaptığı iş her neyse ona geri dönmüştü. Hoş bir kadın olmasına rağmen iç güzelliği dış görünümüne benzemiyordu. Oldukça fesat ve dedikoducuydu. Ceren ne olduğunu bilmediği bir sebepten dolayı Mehtap’ın kendisini sevmediğini düşünüyor, hatta adı gibi biliyordu.
“Günaydın Ceren Hanım hoş geldiniz. Sanki biraz geç kaldınız gibime geldi.”
“Evet ya maalesef, malum trafik işte bilirsiniz.” Mehtap’ın aklına söyleyecek başka bir şey gelmemiş olsa gerek ki sustu.
Öğlen olduğunda zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı Ceren. Tahmininden de yoğun bir gün geçirmişti. Telefon susmak bilmemiş, ofis neredeyse yolgeçen hanına dönmüştü. Tabii arada birde Mehtap ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Tuhaf istekleri, anlamsız sorularıyla Ceren’i daha da yormuştu.
Mehtap’ın asıl amacının bu şirketin başına geçmek olduğunu herkes gibi Ceren de biliyordu. O kadar hırslı bir kadındı ki yapamayacağı hiçbir şey yoktur diye düşünüyordu Ceren. Kendi çıkarı için ofisteki herkesi sırtından vurabilirdi.
Tam masasından yemek molası için kalkacağı sırada telefonu çaldı. Arayan en yakın arkadaşı Aslı’ydı.
“Kanka ya naber?” diyerek konuşmaya başladı, delidolu Aslı.
“Çalışıyorum canım napim, sana göre sıkıcı ama bana göre eğlenceli işim var ya hani… Hem sen işe gitmez misin Allah aşkına?”
“Hayatım ben bağımsız çalışıyorum bilmiyor musun sanki? Ee akşama bendesin değil mi? Beni ekmediğini kontrol etmek için aradım.”
“Aşk olsun KANKA ya ne zaman seni ektiğimi gördün? Tabi ki akşama sendeyim, kafayı da çeker miyiz?”
“Heyt be bana bunlarla gel kızım. Hadi akşama bekliyorum. See you…”
Aslı gazete, dergi ne olursa, kendisine uygun olduğunu düşündüğü herkes için fotoğraf çekerdi. O yüzden de kendisine bağımsız fotoğrafçı derdi. Asla bir şirkete ya da bir bireye bağlı kalamaz, hep ben kendi kendimin patronuyum der dururdu. Ceren ile iş yüzünden tanışmışlardı. Ceren’in turizm şirketiyle kısa süreli bir anlaşma yapmışlardı, çıkaracakları tanıtım dergisine muhteşem fotoğraflar çekmişti Aslı. Ceren bile inanamamıştı bu kadar mükemmel fotoğrafçı olduğuna. Başta pek anlaşamamışlar, Ceren Aslı’yı inanılmaz kaba ve vurdumduymaz, sorumsuz bulmuştu, ama gün geçtikçe aslında ne kadar iyi bir insan, işini inanılmaz ciddiye alan profesyonel biri olduğunu anlamıştı. Aylar, yıllar geçtikçe bir de bakmışlardı birbirlerine bağlanmışlar, dost olmuşlardı.
Ceren akşam olmasını iple çekmeye başladı.
“Kızım böyle devamlı ev iş ev iş ne kadar daha dayanacaksın? Bildiğin ot gibi yaşıyorsun yahu. Hem bak bu evde son kafa çekişimiz. Bir daha kine bara gidelim, ortama karışalım, yeni insanlarla tanışalım yani demek istediğim etek giymeyen cinsten. Ayrıca söylemeliyim ki sadece birayla kafa çekilmez. Ne o öyle bana daha sert bir şeyler lazım.” Göz kırparak söylemişti son lafını Aslı.
Ceren işten güç bela çıkmıştı, aslında Aslı aramasa çok üstüne düşmese doğruca eve gidecekti, çok yorulmuştu. Şimdi düşününce iyi ki gelmişim dedi kendine.
“Of” demesiyle gülmeye başlaması bir oldu Ceren’in. Deli gibi gülmeye başladılar. Gülme krizleri geçince Aslı:
“E cevap alamadım senden bayan. Sadece gülmekle olmaz bu işler söyleyeyim.” dedi.
“Ya kızım ne bileyim yorgun oluyorum, ayrıca öyle yerlerde kafam şişiyor, daralıyorum. Ayrıca bir sürü de it kopuk..” diye cevap verdi Ceren.
“Hayatım sen bana he de ben seni en klas yerlere götüreceğim ya. O dediğin tipler ancak izbe yerlerde olur. Ben ne zaman giderim öyle izbe yerlere söyler misin?”
“Tamam tamam. Biliyorum senden kurtuluş yok. Gidene kadar benim başımın etini yersin.”
“Hah kızım ya şöyle yola gel. Ben size en layık mekânı bulacağım sultanım.” Dedi Aslı ve ekledi : “Şimdi bana iş yerinde ki o muhteşem kalçası olan beyefendiyi anlat.”
“Ne? Aman Allah, sen beni öldüreceksin milletin bir taraflarına bakmayı kes lütfen.” Gülüştüler. Ceren bütün yorgunluğunun gittiğini hissetti. Böyle bir dostu olduğu için de Allah’a şükretti. Geç vakitlere kadar sohbet muhabbet devam etti ta ki oldukları yerde sızıp kalana dek.
Ceren ve şirketin tüm çalışanları toplantı odasında patronları Mete Bey’i bekliyorlardı. Aybaşı olduğu için geleneksel toplantılarını yapacaklardı. Patron olmadığı için herkes sohbet ediyordu. Kısa bir öksürük sesiyle uğultu durdu ve tüm çalışanlar başlarını kapıya çevirdi. Tüm ihtişamıyla dev gibi Mete Bey kapıda çatık kaşlarıyla duruyordu. Kırklı yaşlarının sonlarındaydı, evli ve tam beş çocuk babasıydı. Dedikodulara göreyse çapkınlıkları diz boyuydu, ama o karda yürüyüp izini belli etmeyenlerdendi. Oldukça yapılı, klasik Türk erkeklerine özgü göbeği ve uzun boyuyla karşılarındaydı. Herkes ondan çekinirdi, Mehtap bile. Tabii bunda uzun ve iri yarı olmasının da etkisi büyüktü.
Çalışanlarının sessizliğe büründüğünü görünce sandalyesine yavaşça oturdu. Elinde ki dosyayı masaya koyup açtı.
“ Evet, arkadaşlar herkese günaydın. Raporlarınızı aldım, hepsini gözden geçirdim, ama detayları sizlerden alayım. Cenk Bey önce sizden başlayalım.” Diyerek başlamış oldu toplantıları. Yaklaşık bir saat devam etti rapor sunumları. En sonunda kısa bir sessizlikten sonra Mete Bey:
“ Son olarak önümüzdeki ayda yeni bir tur düzenleyelim diyorum. Bunun için de Ceren Hanım iş size düşüyor. Öğlen yemeğinden sonra detayları görüşmek üzere saat iki de sizi odama bekliyorum.” Dedi
“ Tabii Mete Bey. Nasıl isterseniz.” Ceren oldukça heyecanlanmıştı. Masa başı çalışmaktan bunalmıştı, inşallah o da tura katılırdı.
*
“İtalya turu düzenlemek istiyorum Ceren kızım”. Yemekten sonra Mete Bey’in odasında oturuyorlardı. Yeni tur hakkında ki detayları öğreniyordu Ceren. Ne zaman yalnız kalsalar kızım derdi Mete Bey. Herkesin içinde ayrımcılık yaptığı anlaşılmasın diye böyle yaptığını biliyordu.
“Ama öyle üç gün beş gün olsun istemiyorum 10 gün mesela. Şehirleri sen belirle.” diyerek devam etti patronu.
“Vallahi ne yalan söyleyeyim efendim, İtalya’ya bayılırım. İsterseniz ben bir ön hazırlık yapayım, fazla sürmez bir iki saat sonra size geri dönüm yapayım.”
“Tamam, kızım iyi olur. Ha bu arada sen de katılacaksın, şirketimizi en iyi şekilde temsil edeceğini biliyorum.”
“Teşekkür ederim efendim, emin olabilirsiniz.” diyerek odadan çıktı Ceren. Gerçekten çok heyecanlanmıştı. Biraz olsun hayatına renk gelecekti resmen.
Masasının başına geçip hemen telefona sarıldı. “Hadi Aslı ya aç şu telefonu.”
“Evet, bebek.” Diyerek açtı Aslı telefonu.
“O nasıl telefon açmaktır, Allah aşkına.”
“Ceren bebeğim numaran gözüküyor. Teknoloji ilerledi bilmem farkında mısın?”
“Neyse, neyse. Sana muhteşem bir haberim var.”
“Hm, hadi bakalım ismi ne?”
“Ne? Kimin ismi ne?”
“Yeni sevgilinin. Yani muhteşem bir haber dedin diye diyorum.” gülerek söyledi Aslı son cümlesini.
“Aman Aslı ne sevgilisi ya. İtalya’ya gidiyoruz.” Diye bağırdı Ceren.
“Dur kızım ya kulağımın dibinde bağırma. Çoğul konuşuyorsun farkında mısın?”
“Evet, gidiyoruz dedim çünkü sen de geleceksin. Mete Bey bu gün toplantı da yeni tur düzenleyeceğimizi, turun başında da benim olmamı istedi. Ben de dedim ki Aslıcığım gelmezse Mete Bey ben asla bu işte yokum. O da dedi ki Aslı sultanımız, başımızın tacı sen isteyeceksin de ben çağırmayacak mıyım?” kıkırdayarak cevap verdi Ceren.
“Haha. Sen şimdi espri yaptığını sanıyorsun hayatım ama yanılıyorsun bu yaptığın ancak alaycılık olur. Hiç işim olmaz kızım oralarda benim. Bir sürü başıboş turist falan ohoo hiç bana göre değil. Çekemem yani anlayacağın.”
“Hadi ama Aslı nolur beni oralarda yalnız bırakma, hem ben ayarlamaları yapacağım. Yola otele beş kuruş ödemezsin. Yalvartma işte hadi.”
“Yalvarman gerçekten hoşuma gitti tatlım ama gerçekten öyle aileler falan çoluk çocuk sesleri daralıyorum biliyorsun.”
“Tamam, ne istersen yapacağım söz, her akşam bara gideriz, yeni insanlarla tanışırız, sarhoş oluruz, ne bileyim işte aklına ne gelirse.” Ceren neredeyse ağlayacaktı Aslı gelsin diye. Biliyordu ki ikisi de çok eğleneceklerdi.
“Hm demek ben ne istersem öyle mi? Bebeğim Ceren beni kandırmasını öğrenmeye başladın. Pekâlâ, canım İtalya’da benim kölem olmaya hazır ol.” Kötü kadın gülüşü atarak telefonu kapattı Aslı.
Ceren yoğun bir iş gününün ardından evine gelmiş, salonda televizyonun karşısında uzanmış uyukluyordu. Üsküdar’daki bu ev onun için çok önemliydi. Ailesinden kalan mirasla almıştı bu evi. Çok üzücü günler geçirmiş yıllarca kendine gelememişti. Trafik kazasında kaybetmişti anne ve babasını Ceren. Ağabeyi Mustafa da Amerika’da arkeoloji okumuş, anne ve babaları da vefat edince Türkiye’ye dönmek istememişti. Ceren çok üzülmüş ve gücenmişti; çünkü Mustafa cenaze için buradayken “beni buraya bağlayan hiçbir şey kalmadı, Amerika’ya yerleşiyorum” demişti. Peki ya ben demek istemişti, genç kadın ben senin için bir sebep değil miyim, en yakınınım kardeşinim ben senin demek istemişti ama nedense susmayı tercih etmişti. Belki de biliyordu ne derse desin Mustafa’nın gideceğini. Neredeyse on yıldır görmüyordu ağabeyini Ceren. Arada bir internetten mektuplaşıyorlardı o kadar. Tek bildiği Amerikalı bir kadınla evlendiği ve şimdi sekiz yaşında olduğunu bildiği kız yeğeniydi.
Bugünlere tek başına gelmişti. O talihsiz kaza olduğunda daha yeni başlamıştı üniversiteye. Çok zor olmuştu onun için, bir ara okulu bırakmayı bile düşünmüştü ama biliyordu ki annesiyle babası asla böyle bir şey istemezlerdi. Bu yüzden de hem çalışmış hem de okuluna devam etmişti. İstanbul Üniversitesi Turizm Otelcilik bölümünü birincilikle bitirmişti.
Telefonun sesiyle yerinden sıçradı. Duvarda ki saat sabaha karşı ikiyi gösteriyordu. Koltukta uyuya kalmıştı Ceren televizyon seyrederken. Kalbi hızla çarparak açtı telefonu, kim bu saatte arardı ki. Yanlış numaraydı büyük ihtimal.
“Alo?” dedi çekinerek.
“Ahmet ile görüşebilirmiyim lütfen?” dedi bir erkek sesi.
“Yanlış numara beyefendi. Burada öyle biri yok.”
“Numara 321 21 21 değil mi bayan?”
“ Evet, numara doğru ama Ahmet diye biri yok. Yanlış aradınız, iyi geceler.” Deyip karşıdakinin konuşmasına izin vermeden kapattı telefonu Ceren. Telefonu sehpaya bırakıp kalktı yatağına gitmek üzere. Tam merdivenlerden çıkacaktı ki telefon tekrar çaldı. Gene aynı ses konuştu:
“Ahmet’i verir misiniz lütfen?”
“Bakın beyefendi neden ısrar ediyorsunuz? Burada Ahmet diye biri yok, belli ki numarayı size yanlış vermişler.” Uykusu tamamen açılmıştı genç kadının.
“Orada olduğunu biliyorum. Lütfen çağırın şu lanet herifi bana.”
“Pardon??Türkçe bilmiyorsunuz galiba. Anlamak istemiyorsunuz ama burada Ahmet diye biri yok. Lütfen rahatsız etmeyi bırakın” diyerek telefonu hışımla kapattı Ceren.
Gece gece çattık yani ne manyaklar var diye söylenerek yatmaya gitti. Belki şu anda farkında değildi ancak bu telefon görüşmesi hayatının değişmesine neden olabilecek olayların başlangıcıydı.
Haftasonu gelmiş çatmış, bu garip telefon görüşmesinin ardından bir hafta geçmişti. Ceren çoktan unutmuştu bu olayı. Şimdi havanın ve haftasonunun keyfini çıkarmak için sahilde sabah yürüyüşü yapıyordu. Denizin mis gibi kokusunu içine çekip etrafını inceleleyerek yürüyordu. Denizin ve martıların sesini dinlemeyi tercih etmişti müzik yerine. Bundan daha güzel bir müzik olabilirmiydi. İstanbul’un sesi..
Evet burada hayat şartları zordu, diğer şehirlere göre pek çok şey ateş pahasıydı, nüfus patlaması cabası, trafikse tam bir felaketti. Bir yerden bir yere gitmek tam bir işkenceye dönüşebiliyordu ama tam şu anda önünde durduğu muhteşem manzarayı nerede görebilirdi. Kız kulesi, Boğaz, martılar, denizin kokusu, rüzgarın saçlarını savurması… Bunlar bütün kederini alıp götürüyordu. İçinin huzurla dolmasını sağlıyorlardı. İstanbul onun şehriydi. Başka bir yerde yaşamayı asla düşünemezdi.
Bazı zamanlar kendini çok yalnız hissederdi Ceren. Ailesini çok özlüyordu. Bu sabah yataktan kalktığında olduğu gibi fena halde yokluklarını hissediyordu. Evet acısı belki ilk günkü gibi değildi ama yoklukları bır bıçak gibi kalbine saplanıyordu arada bir. İşte böyle zamanlarda hemen kendini dışarıya atardı. Hava kötü olsun yağmur çamur onun için fark etmez hemen sahile koşar mis gibi deniz havasını içine çekerdi. Yoksa evde kalsa eski anılar bir bir gözünün önüne gelir, dayanamazdı. Bankta oturmuş etrafı seyrederken önünden anne ve küçük kızı elele geçtiler. Küçük kız annesinin elini tutmak istemiyor, annesi de bunu üzerine bir demeç veriyordu. Tartışarak geçip gitmelerini seyrederken annesinin o tatlı sesi kulaklarında, çatık kaşları gözlerinin önüne geldi. Ne kadar da özlemişti. Böyle kızdığı zamanlarda annesi, o da seni babama söyliyeceğim diye bağırır çağırırdı. O böyle anılara dalmışken elinde bir ıslaklık hissederek ellerine baktı. Kocaman, simsiyah Rottweiler cinsi köpek ellerini yalıyordu.
“İyimisiniz?” sese doğru başını kaldırınca aynı köpek gibi esmer kapkara gözlere sahip bir adamla göz göze geldi. O kadar keskin bakışlara sahiptiki sanki aklımı okuyacak diye geçirdi içinden. Köpeği sevmeyi bırakıp Ceren de ayağa kalktı. Şimdi karşılıklı durmuş birbirlerine bakıyorlardı. Adamda garip birşeyler vardı. Sanki Ceren’i tanıyormuş gibi bakıyordu. Ceren cevap vermesi gerektiğini düşünerek :
“Teşekkürler, ben iyiyim. Köpeğiniz çok tatlı adı ne?”
“Kömür. Üzgün ve de ağlayan inanlara pek dayanamaz. Sizi sevdi.” dedi adam. O ana kadar ağlamış olduğunun farkında değildi genç kadın. Elinin tersiyle nemli yanağını sildi.
“Şeeeyy. Öyle dalmış gitmişim. Önemli birşey değil. Tam da ona uygun bir isim seçmişsiniz.”
“Aslında ben değil kendi ismini kendi seçti sayılır. Herkes siyah olduğu için bu ismi koyduğumu düşünür ilk başta ama kendisi kömür yemeyi pek sever.”
Gülümseyerek cevap verdi Ceren : “İlginçmiş. Şey..size iyi günler o zaman ben artık gideyim, sizi de tuttum.”
“Yok canım önemli değil, iyi günler. Bu arada sizi üzen şey herneyse fazla takılmayın derim.”
“Teşekkürler, saolun.” diyerek uzaklaşmaya başladı Ceren.
Genç adam camın önünde durmuş boş gözlerle yoldan geçen insanlara bakıyordu. Güneş batmaya başlamış, gündüz saatlerinin bitmesine çok az kalmıştı. İnsanlar ordan oraya koşuşturmaya devam ediyor, zaman hızla akıp geçiyordu. Dışarıyı seyredermiş gibi gözüksede aslında kafasında binbir türlü düşünce vardı. Ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremiyor, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ya da kime güvenmesi gerektiğini bilemiyordu. Ahmet’e bir türlü ulaşamıyordu. Verdiği telefon numarası yanlışmış gibi gözüküyordu, telefon numarasının kayıtlı olduğu adrese bizzat göz atması gerekmişti, çünkü emin olamıyordu. Gerçi hala tatmin olmuş değildi. Böyle boş boş da beklemek en nefret ettiği şey olduğu için harekete geçme zamanını çoktan geldiğini biliyordu. İçerden bir şangırtı kopunca düşüncelerden uzaklaşıp döndü ve bağırdı: “Kömüüürr! Ne haltlar karıştırıyorsun orada?”
Gözlerini açtığında başında beyaz önlüklü bir adam eğilmiş birşeyler söylüyordu. Etrafına bakındı. Tipik bir hastane odasındaydı. Koluna serum bağlanmıştı. Başında ki adamın doktor olduğu ve kendisinin de hastanede olduğu belliydi ama Allah Aşkına bu adam ne demeye çalışıyordu ve o kadar çok bağırarak konuşuyorduki. Zaten inanılmaz bir baş ağrısı vardı, o kadar ki midesi bulanıyordu. Ona ne olmuştu, nasıl buraya gelmişti hiçbir fikri yoktu. Doktor hala başında durmuş birşeyler geveliyordu ama dediklerinin bir tek kelimesini anlamıyordu. Neler oluyordu, neredeydi? En son ne yaptığını hatırlamaya çalıştı ama nafile. Hiç bir şey hatırlamıyordu. Başındaki doktor tam eğilip gözlerine bakacağı sırada yakasına yapıştı : “Dediklerinin hiçbir kelimesini anlamıyorum salak herif.” dedi. Bu sırada üniformalı bir adam girdi odaya. Doktoru elinden kurtardı. Odanın içinde bir keşmekeş sürüp gidiyordu. Doktor birşeyler söylüyor, hemşire bağırıyor, mide bulantısı ise daha çok artıyordu. Sonunda herkes susup yatan hastaya baktı. Kusmuştu.
Uyanmasının ardından iki saat geçmiş, başında dikilen doktor, hemşire ve polis ortadan kaybolmuştu. Kustuktuktan sonra herkes sakinlemiş, onu ve etrafı temizleme telaşı başlamıştı. Doktor birkaç muayene yaptıktan sonra gitmişti. Şimdi hastane odasında tekbaşınaydı. Nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Düşünmeye başladı. En son ne yapıyordu, neredeydi ya da kiminleydi. Başındaki Ağrı çok şiddetli değildi belki ama doğru düzgün kafasını toplayamıyordu. Kapının açılmasıyla irkildi. Polis üniformalı ve sivil kıyafetli iki adam girmişti içeri ve hemen arkalarından doktorda katıldı aralarına. Adamlardan biri yanına gelip değişik bir aksanla konuşmaya başladı.
“Beyefendi, merhaba nerede olduğunuzu biliyormusunuz?”
“Nerede olacak hastanede tabiki.”
“Peki. Adınızı öğrenebilirmiyiz lütfen.” Diye soru sorulunca cevabının olmadığını fark etti genç adam.
“Şeeey ben ben… Bilmiyorum.
Adamlar kendi aralarında anlamadığı bir dilde konuşmaya başladılar. Neler oluyordu? Adını hatırlayamıyordu. En son nerede ve kiminle olduğunu da bilmiyordu. Aksanlı adam tekrar onunla konuşamay başladı.
“Beyefendi, anlaşılan o ki geçici hafıza kaybınız var. Doktorunuz bunun olabileceğini söyledi. Kafanıza ağır bir darbe almışsınız ayrıca kalbinize çok yakın yerden de vurulmuşsunuz. Gerçekten şansınız varmış. Kurşun yaralanmalarında hastane bunu rapor eder. Herhalde bunu bilirsiniz. Her yerde bu böyledir.” Derin bir iç çekişin ardından konuşmaya devam etti adam.
“Neyse geleyim asıl konulara. Ara sokaklardan birinde bulundunuz. Üzerinizden sizi tanımlayacak hiçbir şey çıkmadı. Kimlik pasaport Yüzük, saat , ne bileyim herhangi bir not.. Hiçbirşey yok.”
“Bir dakika bir dakika yavaş olun. Ben nerdeyim? Burası neresi bana bunu biri açıklasın önce.”
“Sandro pertini’desiniz.”
“Sandra ne?
“Sandro. Sandro pertini hastanesi. Roma.”
“Roma mı? Hani şu bildiğimiz Romamı.
“Evet. İtalya’dasınız bayım.
(devam edecek….)