Dışarıda puslu bir hava, koyu renkli bulutların arasından belli belirsiz sızmaya çalışan bir günışığı, ara sıra gökten düşen birkaç damla yağmur, sokaklardan geçen birkaç bisiklet, yerdeki yaprakları sürükleyen rüzgâr ve nehir boyunca uzanan toprak yolda sakince yürüyen bir adam ve alabildiğine ıssızlık. Uzun zamandır Türkiye’nin hareketli hayatına alışan bünye için şu an bulunduğum yeri tek kelime ifade etmeye yeter sanıyorum,
“sessizlik”.
Sessizliğin kendi başına bir şey ifade etmediği söylenegelir hep. Ben buna katılmıyorum, özellikle de ne zaman sessizlik içinde kendimi bulsam çok daha farklı bir ruh haline bürünüyorum. Sessizliğin de söylemeye çalıştığı bir şeyler var, sadece biraz derinde, o kadar. Bir deniz kabuğunu elimize alıp da kulağımızda dayadığımızda duyduğumuz o sessizlik var ya hani, işte o. Sessizliği dinlemeliyiz, sadece
“sessizliğin sesini.”
Bu yeni bir söz değildir elbette, ya da ilk kez duyulan bir nutuk. İnsanı bambaşka yerlere götüren bir şarkı da değildir. İnsanı doğrudan kendisine götürür, içindeki benliğine. İnsanın başını yastığa koyduğunda girdiği iç muhasebesi gibi bir şeydir. İnsan, sessizlikte kendini bulur, sessizliğin sesiyle kendini duyar ve içindeki bütün sesler bir olur, kendini hatırlatır. Birçok insanın kabul edemeyeceği bir hakikat seslenir:
“İnsan yalnızdır!”
Dünyadaki sesler, yalnızlığımıza bulduğumuz rengârenk örtülerdir. Onları alırız, gerçeklerin üstünü maharetle kapattığımız gibi yalnızlığımızın üstüne koyarız. Ne zaman seslerden uzak kalırız, o zaman yalnızlığımızla baş başa kalırız. Bulutların üstündeki bir dağın zirvesinde, durgun bir denizin kıyısında, sokakları bomboş bir şehirde… Ne kadar çok fırsatımız var sessizliğe! Aslında, ardımıza bakmadan kaçsak da eninde sonunda yakalanacağız; çünkü
“sessizlik her yerde, yalnızlık her yerde.”
Mademki bundan kaçamayacağız, kaçsak da bu sadece hakikati yok saymak, kendimizi kandırmaktan öteye geçmeyecek, o zaman yeniden bir başlangıca ihtiyacımız yok mu? Kendimizi anlamak için bu gerekiyorsa, neyi bekliyoruz? O hâlde, başlayalım bütün benliğimizi vererek,
“sessizliğin sesiyle…”
“bâ sedâ-yi bîsedâ…”