Dudakları arasında ince bir sigarayla geldi yanına. Öpmeye kıyamazdı insan onları. Zaten sigara da emanetmiş gibi duruyordu. Bi eğreti, bi tiksinç… Gözlerini dikti kadın adamın gözlerine. O an sorgu masasındaki musum kadar çekindi adam. Sanki sevmek suçtu, ölümdü, öldürmekti. Sanki ortada bir maktul vardı da katili yoktu.
Usulca döktü adam dudaklarından, boğazında kuruyanları. Gırtlağına yapışan yumruyu çözüverdi, kadının sorgulayıcı bakışları arasında. Anlattı dilinin döndüğünce sevgisini. Dur durak bilmeden döktü içini göz bebeklerine. Kadın dinledi, herhalde. Anladı mı bilemedi adam. Kadın “Biz farklıyız” dedi. “Biz birbirimizden çok farklıyız. Baksana hiçbir düşüncemiz uyuşmuyor seninle.” Diye ekledi. Dinlemişti anlaşılan ama anlamamıştı. Sevmek için insan olmanın en büyük yeterlilik olacağını anlamamıştı. Ama haklıydı. Kızamıyordu adam. Çünkü küçüktü, o küçük hanımdı. Bir türlü küçük olamayan “hanım”dı işte.
Sessizce dinledi adam onu. Karşı çıkmadan, sessizce aldı sigarasından dumanını. Dedikleri çınladı adamın kulağında. Düşüncesinin değişeceğine inancı vardı aslında. Küçük hanım kimseye değer vermezdi aslında, öyle söylerdi. Ama insanları kıramaması bile aslında değer verdiklerinin olduğunun bir göstergesiydi aslında, bilmiyordu. Düşündü adam. Güldü sonra. Gülmesi evine gelmesine rağmen hala aklının kalması, gönlünün gidememesindeydi. Adam hiç ses etmedi. Zamanla olacaktı nasılsa işler. Hep beklediği zaman, illaki toparlayacaktı dağınıklığını. Zaten işi neydi zamanın; yaşattıklarını toplamak boynunun borcuydu.
Adam yazı. Çünkü genç de olsa bir yazardı. Yaşadıklarını düşündü. İnsanlara sevgiyi anlatmak için çabaladığı günleri… Gayesine ulaşamasa da yazdı. Bir gün anlayacaktır dedi.
“Dışarda hava kıştı. Adam yazdı. Durmadan usanmadan kadının gülüşünde “yaz”ı yazdı…”