Bir taşa oturmuştum ve ormanı dinliyordum. Oturduğum taşın sertliği ya da ensemi yakan güneş beni rahatsız etmiyordu. Tuhaf… Benliğimin içinde kaybolmuştum. Dinlediğim bu sessizlik beni kendimle yalnız bırakmıştı. Dudaklarımda ince bir gülümseme vardı. Nedenini bilmiyordum. Karnımda bir karıncalanma… Ormana koşmak istiyordum ama yapamazdım.
Elimi toprağa sürdüm, sonra da papatyaya. Onu koparmak istedim. Durdurdum kendimi. Bir canlıyı daha öldüremezdim. Suçum henüz tazeyken böyle bir şey yapamazdım. Tekrar toprağa sürdüm elimi. Tekrar ve tekrar. Toprak tanelerinin bin bir parçaya ayrılışını hissettim. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapadım. Temiz hava ciğerlerimi doldurmuştu, kalbimin atışı yavaşlamıştı ve ben kendimi mutlu hissediyordum. Uzun zaman sonra ilk defa oluyordu bu. Özlediğim bir arkadaşıma kavuşmak gibiydi, ne yazık ki bu arkadaşın misafirliği saniyeler sürdü. Gözlerimi açtığımda tekrar mutsuzdum, çünkü ölümün karanlığından uzaklaşmıştım.
Orman beni sakinleştirirdi. Buradaki havanın etkisini başka bir yerde hissedemezdim. Yaprak hışırtıları, kuşların şarkıları, rüzgarın saçlarımı uçurması… Burası benim gerçek evimdi. Bedenim betonların arasında olsa bile ruhum her zaman buradaydı. Çocukken ne gezerdim ormanı… Tek başıma, annemin itirazlarına aldırmadan, elimde sopa, sessizliği dinleyerek… Karanlığı sevdiğim için geç saatlere kadar kalırdım ormanda. Karanlık beni korkutmazdı. Kör olunca ormanı daha iyi dinlerdim.
Yirmi dokuz yaşında, Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun ama hiçbir işi olmayan, tüylü bir bedene sahip, ergen bıyıkları olan, saçları yağdan parlayan, ön dişleri büyük, sürekli terleyen, kısacası şu tabiatın insana vereceği bütün çirkinliklere sahip biriydim. Sakat olmadığım için şükrediyordum, çünkü gerçekten tek o eksikti. Orman bana bunları unutturuyordu işte. Annem ben ormana koşarken seslenirdi: “Gel buraya Poyraz!” Nefes nefese kalmalar, boşa bağırmalar. Hiçbirine dönmezdim. “Gel buraya it oğlu it!”
İşte bunu dediğinde dönerdim. “Kendine it diyorsun!”
“Şimdi seni yakaladım mı…”
Biraz daha koşardı peşimden. Pes ettikten sonra seslenirdi: “Gerçek evini buldun sonunda he? Orman!”
Annem bana maymuna benzediğimi çekinmeden söylerdi. Bindiği otobüs kaza yaptığında ve hayatını kaybettiğinde üzülmüştüm. Zamanı geri sarmak mümkün değildi maalesef. Anneme sarılmayı ne çok isterdim şimdi.
Neden ormanda olduğumu düşündüğümde dudağımdaki gülümseme söndü. Polisler cinayeti benim işlediğimi biliyordu ve itiraf etmemi istiyordu. Onlardan beni buraya, daha iyi düşündüğüm yere, ormana getirmelerini istemiştim. Her şeyi kafamda toparladıktan sonra itiraf edecektim. Hazır olduğumu söylememi bekliyorlardı. Aralarında hasır şapkalı, yuvarlak gözlüklü, zayıf bir polis memuru vardı. Seslendiğimde o gelecekti.
Hazırdım. Derin bir nefes aldım ve seslendim: “Hazırım!”
“Bir an hazır olmayacaksın sanmıştım,” dedi adam yanıma otururken. Bu garip bir histi. Yani, tanımadığınız birinin size dostunuzmuş gibi davranması… Adam gülümsüyordu. Onun gözlerine baktığımda rahatlıyordum. Şu durumda başka ne isteyebilirdim ki? “Ormanı neden seviyorsun Poyraz?” diye sordu. “Buraya gelmek istediğinde seni hiç sorgulamadım. Diğerleri senin kaçmayı düşündüğünü söyledi ama ben seni gördüğümden beri böyle bir şeye kalkışmayacağını biliyorum. Kaçmak istemiyorsun. Kaçmak istemeyecek kadar kuvvetli bir vicdanın var senin.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Sonunda aklıma gelen ilk ve doğru şeyi söyledim: “Orman beni sakinleştiriyor.”
“Tüm bu ağaçlar, kuşların sesi… Sana unutturuyor mu?”
Suratım asıldı. “Hiçbir şey bana onu unutturamaz.”
Adam elini omzuma koydu. Vücudum titredi. Adamın dokunduğu yerden vücuduma bir serinlik yayıldı sanki. Kendimi sadece bir saniyeliğine mutlu hissettim. Bu ışık da çok geçmeden kayboldu tabi.
“Sevdiklerimiz, öldüklerinde kendilerini öyle kolay kolay unutturmazlar Poyraz, ama hayat devam ediyor. Gününü onları düşünerek geçiremezsin. Bu seni yıpratır.”
“Tabi onu kendiniz öldürmediyseniz…”
Bir süre kuşların sesini dinledik. Bu adama karşı başından beri samimiyet duyuyordum. Buna neyin sebep olduğunu bilmiyordum. Adamın yüzündeki gülümseme mi, onu on yedi yaşında bir genç gibi gösteren hasır şapkası mı, terden ıslanmış tişörtü mü, yoksa burnunun ucuna kayan yuvarlak gözlükleri mi… Uzun zaman sonra bir insana güvenebileceğimi hissetmiştim. Bu adam beni tutuklamak için buradaydı ama ben bu yönden düşünmüyordum. Benim hiç arkadaşım olmamıştı ve şimdi biri bana ender görülecek şanslardan birini veriyordu. Bu şansın da tıpkı inatçı bir sabun gibi ellerimden kayıp gideceğini hissediyordum. Eşimin bana verdiği şansın ellerimden kayıp gitmesi gibi…
“Hava da ne güzel, değil mi?” diye sordu adam.
Başımı salladım.
Adamın yakasındaki isimle onun tarzı arasındaki farkı gördüğümde gülmemek için kendimi tuttum.
O bunu anlamış olmalı ki, “Evet. Adım Nuri,” dedi. “Annem televizyondaki Nuri denen o sapık adama hayrandı.”
Gözlerimin içine bakıyordu adam. Bana zamanın geldiğini söylüyordu. Suçumu itiraf etmenin zamanı gelmişti. Ağzımı gevşettim, gözlerimi kapadım ve bir çırpıda söyledim: “Karımı göğsünden bıçaklayarak öldürdüm. ”
Bunu söyledikten sonra öyle rahatladım ki… Göğsümden büyük bir yük kalkmış gibi hissettim. Geceleri kafamı kemiren düşünce artık son bulmuştu. Bana daha fazla işkence edemeyecekti. Delirmenin eşiğine geldiğim o geceleri hatırladıkça ürperdim. Yatağın soğuk tarafı, yatakta bana fısıldayacak ilk ve tek insanı kendi ellerimle katledişim… Onu bıçakladığımda yüzünde beliren şok ifadesini rüyalarımda davetsiz misafirdi.
Nuri ciddileşmişti. “Karını nerede bıçakladın?” diye sordu bana. Kalem kağıt çıkarmıştı ve hayretle acıma duygusu karışık, gözlerime bakıyordu.
“Bu kısım biraz karışık…” dedim.
“Dinleyeceğim Poyraz.”
Anlatmaya başladım: “Karımla son zamanlarda iyi geçinemiyorduk-” Sesim titredi, ama devam ettim. “Benim aptal, pısırık biri olduğumu düşünüyordu. Bu beni hem üzüyor, hem de öfkelendiriyordu. Evde yataklarımızı bile ayırmıştık. Sabahları onun öpücüğüyle değil, bağırışlarıyla uyanıyordum artık. İki senedir beraber olduğum kadın bir gün içinde nasıl böyle değişebilmişti? O bağırdıkça beynim patlayacakmış gibi oluyordu. Aramızı düzeltmenin bir yolu vardı: Onu ormana götürecektim. Ormanın beni rahatlattığı gibi onu da rahatlatacağını ummuştum. Belki anlaşırdık, belki her şey eskisi gibi olurdu. Karım orman fikrini duyunca histerik şekilde gülmeye başladı. Gülüşleri bağırışlara dönüştü. ‘Orman mı?’ diye bağırdı. ‘Benimle dalga mı geçiyorsun Poyraz?’ Neyse ki onu ikna etmeyi başardım. Ve cumartesi günü sabahtan ormana gittik…”
“Onu ormanda öldürdün,” dedi Nuri.
“Evet.”
Notlar alındı.
“Bıçağı nereden buldun Poyraz?”
Yutkundum. “Bıçak dediğim alt tarafı çakıydı.”
“Nereden buldun?”
Gözler bedenimi deldi, konuşmalar içimi titretti ama ben direndim. Kendimi koruma içgüdüm tıpkı bir hayvanınki gibi işliyordu. “Yanımda hep çakı taşırım.”
“Yani karının göğsünü çakıyla parçaladın?”
Kelimeler sertti. Tokat yemiş gibi hissettim.
“Bunun olmasını istemedim. Ormanda deliye döndü. Orman işinin saçma olduğunu yineleyip durdu.”
“Yani karın sırf sen onu böyle güzel bir yere getirdin diye çıldırdı, öyle mi?”
Nuri’nin yüzünden inanmazlık akıyordu. Elimi uzatsam hissederdim sanki.
“Aynen öyle,” dedim.
Nuri gülümsedi. “Sen dürüst bir adamsın Poyraz. Sana inanıyorum. Karını isteyerek öldürmediğini de biliyorum. Bana onu nerede öldürdüğünü-”
“Tam burada. Onu tam burada öldürdüm.”
Bakıştık. Nuri bunu şaşırtıcı şekilde kabullenmişti.
“Peki karın nerede şu anda?”
“Hemen şurada,” diye kayaların yanındaki çıkıntıyı gösterdim. Nuri topraktaki farklılığı daha önce fark etmediği için kendisine inanamıyor gibiydi. “Onu oraya gömdüm.”
“Gömdüm derken? Yanında bir kürek de mi getirdin Poyraz?”
Yaptığım hata affedilemezdi. Yakayı ele vermiştim.
“Şey…”
“Ama karını öfke krizi sonunda öldürdüğünü söylemiştin. Küreğe ihtiyacın olacağını nereden bildin?”
Bitmişti.
“Ben…” diye ağlamaya başladım. Gözyaşlarım yanaklarımı yakıyordu. Boğazım yanıyordu. Bedenim titriyordu, sanki kutuplardaydım. Dünya benim için kararmıştı artık. Karımla uğraşacak gücüm kalmadığında ve onun hayatımdan tamamen çıkması için göğsünü parçalamak zorunda kaldığımda nasıl hissettiysem şimdi de öyle hissediyordum. Bir suçluluk, bir azap… Hayatımın sonuna kadar yakamı bırakmayacak azap.
Kelepçenin sesini duydum ama hiçbir şey görmüyordum.
“Her şey geçecek,” diyordu Nuri. İnandırıcı gelmiyordu bana. Nuri sadece işini yapmıştı: Bir zanlıyı daha kandırmıştı. “Ağlama Poyraz.”
Kelepçenin soğukluğu bileklerimdeydi şimdi.
“Gözlerime bak.”
Bakmadım.
“Bak dedim.”
Nuri masmavi gözleriyle bakıyordu bana.
Polis arabasına binmeden önce söylediği şey şu oldu: “İyi görünüyorsun.”
2 comments
Tasvirlerin çok hoş ama kurgu bakımından beslenmelisin.
Evet sanki yarım kalmış gibi bir hikaye gibi. Bu hikayeyi kendim de sevmiyorum, ama başkalarının ne düşündüğünü merak ettiğim için paylaştım. Tabi ilk yorum şimdi geldi. Teşekkürler. 😀