Gün ağarmaya başlamıştı bile. Güneş perdeleri ısıtmaya, pencereden içeri dolmak için sabırsızlıkla bekliyordu. Ama acelesi olan yalnız o değildi. Meryem de o sabah erkenden uyandı. Bugün günlerden Çarşamba, kasabanın alışveriş pazarının kurulduğu tek gündü. Her zamanki gibi kahvaltısını bile yapmadan üzerini giyinip erkenden yola koyuldu. Sabahın serinliği ve sessizliği içinde usul adımlarla yürüyordu. Meryem yaptığı el işi, iğne oyalı yemenileri satmak için bu günü adeta iple çekiyordu. Kocasını o elim trafik kazasında kaybettiği günden beri evin bütün yükü onun omuzlarına binmişti. Küçük kızının bütün ihtiyaçlarını karşılamak ve ona bakmak için yaptığı el işlerini satarak para kazanmaya çalışıyordu. Kocası öldüğünde küçük kızı Zeynep ile bir başına kalmıştı. Kocasının bu ani ölümü hem kızını, hem de onu derinden etkilemişti. Mutlu aile tablosunun üzerini siyah bir perde kaplamış, bir anda bu koca dünya üzerlerine bir enkaz yığını gibi çökmüştü adeta. Ama asıl zorlu mücadele bundan sonra başlamıştı her ikisi içinde. Meryem baba evine dönmedi. Dönmeyi de aklından dahi geçirmedi. Kocası ile severek evlenmesinden dolayı babası ile bir türlü yıldızları barışmamıştı. O günden sonra içten içe Meryem’e olan bir kini vardı ve bunu her fırsatta kusuyordu. Şimdi birde kızı Zeynep vardı. Baba ocağında istenmediğini bile bile nasıl dönebilirdi ki. Bu düşünceden kolayca vazgeçti. Kızına bir başına bakmak, büyütmek ve kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde durmak istiyordu. Meryem köyde yetişmiş, ilkokul üçe kadar ancak okuyabilmişti. Daha sonra babası onu okuldan almış, bir daha gitmesine de asla müsaade etmemişti. Diğer kardeşlerinin okumasına karşın, Meryem’i babasının neden okuldan aldığına bir türlü anlam veremiyordu. Bazen babası ile olan bu soğukluğun çok daha eskilere dayandığını düşünüyordu. Tek sorun onun istemediği bir adamla evlenmesi olmadığının farkındaydı. Babasının ona soğuk ve mesafeli tavırlarına karşı annesi ile çok iyi anlaşıyordu. Okuldan ayrıldıktan sonra küçük yaşlarda itibaren evde annesinin her işine koşar olmuştu. O küçük bedeninin yorulduğundan, yıprandığından habersiz her işe koşturuyor annesine yardımcı oluyordu. Kimi zaman annesi ile çamaşır yıkıyor, kimi zaman ahırda hayvanlara yem veriyor, kimi zamanda tarla işlerinde yardım ediyordu. Akşamda arda kalan zamanında annesinden el işleri yapmayı öğreniyor, yazmaların kenarlarını süsleyecek iğne oyaları yapıyordu. Zamanla ev yaşamına alışmış, okulu çoktan unutmuştu bile. Bu yeni yaşamı ona adeta bir evcilik oyunu gibi geliyordu. Fakat bunun bir oyun olmadığın anlaması çok uzun sürmeyecekti. Hızla geçen yılların ardından Meryem büyümüş, ondan bir kaç yaş büyük ablasına karşın oldukça güzel, alımlı bir kız olmuştu. Büyüyüp serpilmeye başladığı anda itibaren görücüleri her gün kapılarını aşındırmaya başlamıştı bile. Ama Meryem kimseyi beğenmiyordu. Ta ki bir gün köylerine gelen Mehmet’e gönlünü kaptırana kadar. İlk görüşte birbirlerine âşık olmuş, birbirlerinin yüreklerine dokunmuşlardı adeta. Mehmet ailesini Meryem’i istemek için görücü gönderdiğinde, Meryem’in babası karşı çıkmış, vermek istememişti. Fakat Meryem ve annesinin ısrarlarına dayanamayarak istemeyerekte olsa bu evliliği onaylamak zorunda kaldı. Mehmet ve Meryem evlendikten sonra kasabada bir ev tutup yerleştiler. Küçük şirin bir evleri, mutlu bir yuvaları vardı. Mehmet nakliye firmasında şoförlük yapıyor, bazen kasaba dışına çıkmak zorunda kalıyordu. O günler Meryem’in içini bir huzursuzluk kaplıyor, kocası eve dönene kadar yolunu gözlüyordu. O günde gözlerini yoldan ayırmadan onu bekliyordu. Ama gelen kocası değil, onun kara haberiydi. Meryem o günden sonra durmadan, dinlenmeden iğne oyaları yapıp satmaya başladı. El emeği göz nuru yaptığı işleri pazarda satıp kızını okutuyor, aynı zamanda evin ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bazen gece geç saatlere kadar bunu sürdürüyor, yaptığı işlerin başında uykuya dalıyordu. Kızına iyi bir gelecek sunmak, onu kimseye muhtaç etmeden yaşatmak için var gücüyle çalışıyordu. Kızı Zeynep de büyümüş, serpilmişti artık. Birçok genç kız gibi onunda gözü yükseklerdeydi. Annesinin bu zorlu mücadelesini çoğu kez görmezden geliyor, yaşamlarından ve durumlarından durmadan şikâyet ediyordu. Bu durum Meryem’i çok üzse de yinede kızına tek kelam etmiyor, onu üzmekten, kırmaktan korkuyordu. Kızının bu bitmek tükenmek bilmeyen isteklerine yetişmekte bir hayli güçlü çekiyordu. Bu yüzden Meryem gece gündüz durmadan çalışır olmuştu. Artık gözleri de bir hayli güç görmeye başlamış, parmakları da artık o iğne yaralarına dayanamayacak kadar yıpranmıştı. Kızının büyüdükçe değiştiğini görebiliyordu. Küçükken ona bakmak daha kolaydı. Ama büyüdükçe sorunları ve sorumlulukları artmış, her şeyden öte yaşamış olduğu hayatı beğenmez ve durmadan şikâyet eden bir insan olmuştu. Ona bakmak için durmaksızın çalışan el emeği göz nuru döken annesinin bile farkında değildi artık. Meryem’in saçlarına düşen aklardan, gözlerine inen perdeden ve parmaklarındaki o derin yara izlerinden de habersizdi. Tüm bunları görmeyecek kadar yaşamın körlüğüne kapılmıştı. O sabahta Meryem erkenden uyandı. Pazaryeri kurulmak üzereydi. Erkenden gidip yerini almak ve yaptığı el işlerini bir an önce satmak istiyordu. Evden ayrılmadan önce kızının odasına yöneldi. Cebindeki son bir kaç lirayı da kızına bırakıp pazara yine her zaman ki gibi yürüyerek gidecekti. Kızının odasına yönelip kapıyı açtığında kızını odasında bulamadı. Yastığının kenarına iliştirilmiş bir not duruyordu. Gözlerindeki son ışıkta o notu okuduğunda söndü. Çok sevdiği, uğruna gençliğini, hayatını feda ettiği el emeği göz nuru dökerek büyüttüğü kızı bir adama kaçmış, Meryem’i yapayalnız bırakmıştı. Bu öylesine büyük bir enkazdı ki onun için, kurtulamadı altında kaldı. Zeynep kaçtığı adamla birlikte otobüs terminaline gelmiş, adamın memleketine gitmek için yarım saat sonra kalkacak otobüsü beklemeye koyulmuşlardı. O zamana kadar biraz gezinip vakit geçirmeye çalıştılar. Zeynep’in içini bir anda huzursuzluk ve sıkıntı kaplamıştı. İyi ama neden? Sevdiği adama kaçmış, o fakir yoksul hayattan kurtulmuş, istediği hayatı elde edecek fırsatı yakalamıştı nihayet. Fakat içindeki duyguları bir türlü bastıramıyor, içinde kopan fırtınaya engel olamıyordu. Bu fırtınanın bir önce dinmesini isterken bir köşede oturmuş bir şeyler satan satıcı kadınla göz göze geldi. Kadının söylediği o sözler fırtınanın en büyük dalgaları olmuştu.“El emeği, göz nuru, alan yok mu? ” diye bağırıyordu satıcı kadın. Tıpkı annesi Meryem gibi. O an kulaklarından içeri dolan bu dalgalar tüm ruhunu ve bedenini sarmış, yaptığı hatanın ve yanlışın farkına varmıştı. Ne olursa olsun annesini böyle bırakıp gidemezdi, gitmemeliydi. Gözyaşları ile koşarak bir taksiye atlayıp evin yoluna koyuldu. Şoför alçak sesle ona gözlerindeki yaşların nedenini sordu. Ama Zeynep duymadı bile. Sarsılıp durduğu arka koltukta yol boyu ağladı. Acı, öfke, pişmanlık gözyaşlarıydı bunlar. Ama ötesinde çok daha derin duygular vardı, büyük bir utanç duygusu. Annesine ne söyleyeceğini düşünüyordu. Ondan nasıl özür dileyeceğini, onun yüzüne tekrar nasıl bakacağını düşünüyordu. Annesinin yaralı gönlünü, ağlamaktan şişmiş gözlerini nasıl teselli edecekti bilmiyordu. Arabadan inip evin eski gıcırdayan kapısını aralayıp küçük bahçe yolundan evin kapısına yöneldi. Sanki o evden ayrılalı yıllar olmuştu. Her şey nasılda bir anda farklı göründü gözüne. Pişmanlık, utanç ve acı dolu bir halde çantasından çıkardığı anahtarla evin kapısını açtı. Kapı aralandığında ona seslenen ve heyecanla koşan annesini görmek istedi. Ama ev oldukça sessizdi. Annesinin bir köşede oturup ağladığını düşünerek usulca içeri sokuldu. Annesinin odasına yönelip başını içeri uzattığında, yere devrilmiş yüksek sırtlı bir sandalye, ahşap tavanda kalın ağaç direklerinin arasından geçirilmiş aşağı sarkan ip. Ucunda sallanan Meryem… Annesin den Zeynep’e arda kalan son el emeği göz nuru, yere düşmüş beyaz bir yemeni. Kenarlarında onu süsleyen oyaları yok, ama üzerin de kırmızı damla damla nakış izleri. Meryem’in bu son emeği yaralı parmaklarından çıkan oyalarla değil, yaralı gönlünden yükselip gözlerinden süzülen damla damla kanla işlenmişti.
Yazan: İBRAHİM ÇELİKSU