Sıcakların son yoğun günlerinden birinde, ağustosun tam da ortalarında bir gün. Bu demek değildi ki İstanbul’un pozlanmak istemeyeceği. Beykoz denince hep bir şüphe uyanır içimde: “Dünyanın bir ucu!”. Belki de bunun nedeni çocukluğumda birçok kez Beykoz’a olan yolculuğumuzdur. Çok sevdiğim kuzime çokça giderdik, eskiden. Adeta bir yılanın kıvrımlarını andırır bana Beykoz’a giden sahil yolu.
Bana bir ömürmüş gibi gelen bu yolculuktan sonra Kanlıca’ya vardık. Önceden yaptığım internet araştırmalarında Kanlıca otobüs durağına pek yakın görünen ‘’Hidiv Kasrı’’, yürüyerek bolca yorgunluğa neden olacak bir tırmanış parkuruymuş oysaki! Sıcağın verdiği mayhoşluk, bacaklarımızdan giden dermana rağmen Kasr’a ulaştığımızdaki manzara görülmeye değerdi. ‘’Bir Fincan İstanbul’’ şeklinde tasvir edebileceğim bir manzarayla karşı karşıyaydık. Ağaçların muazzam bir dizilişle alt tabanda çerçeve oluşturduğu sunağın üzerinde Marmara Denizi masmavi ve usulca uzanmakta, üzerlerinde ise bulutlar fincandan çıkan buharların bir yumak oluşturmuş biçimiydiler adeta. İstanbul’un o dayanılmaz trafiği, adım atılmaz kalabalığı bir anda insanın aklından siliniyor, kendini bir an için hayallerindeki yerlerde hissediyorsun burada. Bir doğa yürüyüşünün ardından kahveler yudumlandıktan sonra Kanlıca’ya doğru bayır aşağı yürümek, tırmanıştansa oldukça kolay geliyor. Dönüş yolumuzu farklı bir yönden yapmaya karar veriyoruz ve kendimizi rengarenk evlerin dizilmiş olduğu bir sokakta buluyoruz. Burada insanlar alışılmışın aksine, arabalarının içlerinde bile fotoğraf çekenlere, insana saygı duyuyorlar ve çekimlerimizi bölmemek için bizi mahçup duruma düşürüyorlar.
Şimdilerde belki de yaşanmaz hal almış İstanbul (hatta ve hatta bu güzelim şehri terketmek isteği uyansa dahi) bu nadide güzellikleri, bölük pörçük kalmış doğasıyla kendinden vazgeçirmemeye kararlı.