BİR KENT: GRİ KASVET
BİR KADIN: SARI HÜZÜN
Artık eski sevdaların yaşanmadığına
sitem edilen zamanlarda
bir kentten ayrılacaktı kadın.
Tüm masumiyetin ve zararsız sevmelerin
geçmişte kaldığı zamanlarda…
Kızıl bir şafak sökerken Orta Anadolu’da,
bu kent,
kalbine girip çelmişti aklını
gözlerinden inciler süslerken
avuç avuç yanaklarını,
silmişti yüzünden denizi
ve mavisini,
kalmamıştı hiç izi.
Bir şiir gibiydi kent;
Gündüz grisi başka,
başka gece karası.
Gün sızarken kadının odasına,
bir kurtuluştu, bir ihtilaldi,
dev bir maviydi manzarası.
Kadın, bu vakte dek
bu kentin
sokağında, kaldırımında,
bazen yeşil, bazen sarı parklarında
bekledi
ansızın doğan bir tansık gibi
tüm zihni karaya boyayan
belli belirsiz sevdayı;
yıldızlı peçe takmış gök gibi
aydınlığa düşman
kara kasvet sabahı;
sevinç yüklü çiçekler gibi
gönlünü besleyen
mazisindekilerden vefayı.
Şimdi kent,
kadından bekliyordu,
hüzne yaren bir ikindi vakti,
toprağa düşen yaprak gibi
kekre, dilsiz, usul bir vedayı.
Yitmiş sevdaların zehir yeşili tükeniyor,
güz, hükümranlığını seriyordu bu demlerde.
Kadının bırakmak istemedikleri vardı kente:
balkon çiçekleri ve plaklar.
Ayrılık kokuyor şimdi
eski plak cızırtılarının sindiği
soğuk duvarlar.
Çocukça küsüp gitmek var zihninde,
manasız âlemlerde süzülen yüreğinde
hırpalanmış yaşanmışlıklar.
Kent, sessiz bir veda bekleyedursun,
kadın,
bütün hırpalanmış hatıraları
parçalara bölüp
—kabul etmediği bir mecburiyetle—
gömdü teker teker
kentin bütün parklarına;
kentin bağırlarına.
O plaklar dönmez artık,
okşamaz yüzünü balkon esintisi.
Sabah sevinci çiçekler,
kadına, “Gitme…” diyecekler
bir sabah son defa.
O plaklar dönmez artık,
hüzünler çıkmaz sevince,
o kent artık sonbahara.
Sarı bir hüzündü kadın,
göğsü ise dopdolu,
her an artan mavi isyan.
Gri kasvete gömmüştü hatıraları
ancak elden gelmiyordu
veda zamanı yaklaştıkça
nisyan.
Gidiyordu,
ya
gözlerine aynı anda bulutlar değecek olan
yeni yetme bir şairle aynı havayı solumaya
ya da
yirmili yaşlarının en güzel renklerini soldurmaya.
Ana sütü misali necip teninden,
kayra göğüne her daim
dingin ilerleyen bakışlar atan gözlerinden
çekilmişti tüm deniz;
mavilik, koku, dalga, ufuk…
Tüm mefhum.
Derya sevdasını etmişti zayi
ak bilekli ketum.
Yüreğinde yeşeren tüm hisler,
sakladığı aitsiz köşeler
savunmasızdı, açıktı tarumara.
Çünkü bu ketum,
derya sevdasını etmişti zayi.
Bu kent öyle tılsımlıydı ki
gözünü kör edecek kadar
efsunlu âlemler sermişti
bu ketum butimara.
Yeni yetme bir şairin şiirine
rast geldiğinde
ve
Balkan’dan bir rüzgâra,
o vakit yâdına düştü mavilik,
hatırladı, fısıldadı:
“Mavilik…”
Bu kent, dedi,
denizsiz bir kabus,
bir delilik.
Kanatlandı,
nasıl hatırlıyorsa
öyle kaldığını düşündüğü yadigâra.
Şimdi
gözlerinde veda edememenin
ıslaklığı vardı,
dudakları kente ihanetten kıpkırmızı kan,
kalbinde infilaka hazır
kente galip kara kızıl bir volkan.
Gidişin bir Balkan türküsü hüznüydü,
denizsiz ay yüzlü kadın,
sen gündüzleyin de güzeldin,
ama gece başka güzel,
peki ya bu kentte güzün?
Elvedaları da sevmezdin,
hiç olmadı son sözün.
Sonra…
Bir kadın…
Bir kent…
Bir şiir…
Bin hüzün…