Her şeyin hızlandığı, hayatların küçülürken çeşitlendiği, kalpler mesafelerin arasındaki gerçek kısalırken asıl mesafelerin uzadığı bir dönemdi. Dünyanın her yerinde her şeye hızlı erişme imkanları çoğalıyordu. İnsanlar bu yüzden kalıplara sığmaz olmuş, kendi tercihleri peşinden koşan, yetinmenin gereksiz olduğuna ikna edilmişti. Bu gelişmeler bir bakıma hayatı daha mutlu kıldı. İnsanlar artık eş ve iş seçimlerinde çeşitliliğin getirdiği dev bir deney laboratuvarında daha doğru karar verebiliyorlardı. Eğer istenirse dünyanın başka bir ülkesinde, uzak bir coğrafyasında, binlerce kilometre uzaklıkta farklı ve büyük sayıda insan ile iletişime geçebilir, en uygun tercihleri yapabilirdi. İnsanlara yaşam biçimi artık eskisi gibi dayatılamıyordu. En azından bu bütün sistemin içindeki yollardan birini seçme hakkı tanınmıştı. Yani bir Avrupa ülkesinde o ülkenin normlarına ters düşmeden müslüman olabiliyor ya da en kapitalist devlette sisteme tam tehdit olmadan ‘komünist’ bir parti açabiliyor hatta ülkeyi de gene o ülkenin yerleşik kuralları ile yönetebiliyordunuz. Seçimi kazanan sosyalist parti devrim değil 4 yıllık hükümeti eline geçirmiş oluyordu. İster sosyalist olun ister muhafazakar yerleşik kapitalizme tehdit olmadan yıllarca hükümet edebilirdiniz. Buna ikiyüzlülük diyenler oluyordu ama unutulmasın ki, aslında dünya her zaman ve hep böyleydi. İşte böyle bir dünyada, ülkemizde Miraç adında 22 yaşında kumral, hafif kıllı, sakalı gür orta Kilo ve boyda bir genç vardı. Miraç üniversitede sürekli kitaplar okumuş, aklı başında, kendindce aydinlanmış, açık fikirli biri olduğunu söylerdi. Aslında öyleydi, bu doğruydu. Rousseau, Montesqiue, Voltaire severdi. Modern Avrupa tarihini ezbere bilir, Robespierre’e karşı bir sevgi beklemekten ötürü kendini kötü hissederdi. Çünkü Robespierre’in aslında Ortadoğulu bir ruha sahip Cenevre’li olduğunu düşünüyordu. Miraç daha çok Voltaire gibi hoşgörülü, Russel gibi seçkin, Popper gibi objektif olmak istiyordu. Miraç’a göre onlar daha Avrupalıydi ve onlara büyük hayranlık duyar, asla onlar gibi olamayacağını düşünürdü. Ortadoğu insanının daha çok hırslariyla, ofkesiyle ve cok ilkel aşk duygularıyla hareket ettiğini iddia eder, tipik bir Ortadoğulu olmamak için elinden geleni ardına koymazdi. “Ama bir türlü olmuyor derdi. Çünkü Robespierre severdi. Dickens’ın unutulmaz romanı “iki şehrin hikayesini” okurken insanların giyotinde can cekişlerini ve devrime karşı koyanlarin nasıl edildiğini anlayan sayfaları okuduğunda içi kıpır kıpır oluyordu. O ise bundan vicdan azabı çekiyordu. Avrupa’dan hep Marx, Rousseau ve Bakunin gibi radikallerin fikirlerinden heyecan duyuyordu. Oysa daha Avrupalı liberallerden etkilenmek istiyordu. Miraç Marx ve türevlerinin Doğulu olması gerektiğine inandırdı. Batılı dediğin ” Edmund Burke, Mill, Locke” gibi insanlar olurdu. Bunlar daha aklı başında kişilerdi. Miraç yaşadığı toplumun tüm değerlerini aşmak niyetindeydi. İnsanlar bir toplumu beğenmese bile başka bir toplumda yaşayabilirlerdi. Böyle 2-3 düşünüp Avrupa’ya gitmeye karar verdi. Kendisine en uygun ülkeyi seçmeliydi. Hem Avrupalı hem de güzel ve güçlü kadınların olduğu ülkeyi… Miraç zaten yanındaki kadına her zaman fikrini sorar, ona danışın asla bağırmak bilmezdi. Bu yüzden Avrupalı kadınlarla iyi anlaşacağını düşünürdü. Kadınlara güvenir, onların bir işi tek başlarına yapabileceklerine dair sonsuz güveni vardi. Ama bütün bunlar dünya gerçeği diye değil aslında Batılı değerler diye onlara inanmıştı. Miraç İngilizce çalıştı, Erasmus işlemlerini yaptı, “özgür” dünyaya giriş vizesini ve prosedür işlemeleri zor da olsa aştı. Vizeyi herkese vermemeleri iyiydi diyordu Miraç. Özgür dünyaya öyle herkes giderse oranın ne anlamı kalırdı ki? diyerek kendini desteklerdi. Bütün işlemleri yapıp hayali olan Avrupa’nın Polonya ülkesine gitti. Sokaklar temizdi, kimse yere çöp atmıyordu, herkes gelen çeşitli milletlerden turistlere hoşgörülü davranıyordu. Kimse hiçbir trafik kuralını bile ihlal etmiyordu. Yemekler az ekmek ole yeniyor, alkollü gezenler etrafta bağırmıyordu. Miraç ayrıca kadınlarına bayılmıştı. Sarışın yahut kızıl renkli gözlü, uzun kirpikli, ince kaşlı bembeyaz tenli şairlere ilham olabilecek güzellikler her yerde idi. Miraç böyle pürüzsüz beyaz tenli sarışın yada kızıla çalan sancak renkli kadınlara hayrandı. Artık yeryüzü cennetinde hissediyordu. 2-3 hafta şehrin gezilmedik sokağını bırakmayan Miraç okulda da İtalyan, Fransız, Leh, Slovak ve Çek bir sürü arkadaş edinmişti. Sohbetler gırla, ama tek bir eksiklik vardı. Bir Partner istiyordu artık Miraç. Arkadaş olmak bir yere kadar… ama bu partner işte işte tam istediği kızil sacli yeşil gözlü, bembeyaz tenli hafif tatlı kilolu ve tam anlamıyla bir Avrupalı olmalıydı. Gel zaman git zaman teknolojinin de yardımıyla Miraç böyle birine rastladı. Kızın adı Karolina idi. Aslında Krakow sokaklarında 20 kadına sorsanız kesin birinin adı Karolina olurdu ama nedense Miraç bu adı çok beğenmiş ve kızın yüzüne ismini epey yakıştırmıştı. Karolina Doğu dilleri üzerine yüksek lisans yapıyordu Jagiellion Üniversitesi’nde. Karolina Arapça, Türkçe, Kürtçe hepsinden biraz biliyormuş. Miraç da İngilizce, Lehçe ve İspanyolcadan biraz biliyordu. Tam bir diller şöleni yaşanacaktı. Bu bir mesaj değildir. İlk buluşma yeri bir Yahudi mahallesinde tamamen doğuya özgü motiflerle dekore edilmiş ve sadece çeşitli çaylar servis eden bir kafe idi. Gerçi Miraç kırmızı şarap içme taraftarıydı ama kadının fikri daha önemliydi. Miraç kendini bu kafede rahat hissetti. İçerisi çay kokuyor, sessiz sakin, nispeten az kişinin geldiği, her tarafta kandillerin olduğu, arka planda Miraç’a göre bir doğu klasiğinin çaldığı daha çok kafa dinlenmeye gelinebilecek bir mekandı. Karolina az sonra içeri girmiş masaya gülümseyerek gelmişti. Klasik bir selamlaşma sorunu yaşandı. Miraç iki Karolina bir kez öpmeye çalıştı. Fakat masaya oturur oturmaz artık hiçbir olağandışı iş meydana gelmedi. Garson kız geldi, siparişleri aldı. Miraç, ‘Adam’s Peak’, Karolina ‘İstanbul Memories’ sipariş etti. Karolina Mirac’a bu çayı kesin denemesini de tavsiye etti. Havadan sudan konuşmalar çabuk geçti. Çaylar da birer porselen çaydanlıkta ayrı ayrı yanında aynı renkte bir fincanla geldi. Karolina Lehçe garsondan şeker istedi. Biraz flört, biraz ima, birbirinin gözünü yakalama, kısa sessizlikler, fincanı kaldırırken birbirine bakmalar biraz da gülümseyiş ile birkaç dakika geçirdiler. Mirac ve Karolina birbirlerine bakınca fiziki özellikler olarak içlerinde yükselen bir duygu yaşıyorlardı. Ama zaman geçip dudakları aralanıp, daha derin konular konuşmaya başlandığında ikisi de biraz birbirine uzaklaştı. Çünkü Miraç nasıl Avrupa’ya hayran ise, Karolina aynı ölçüde Doğu hayranıydı. Miraç Rilke, Wilde dedikçe Karolina Mevlana, Hayyam diyordu. Miraç Paristen Talinn’e, Ljubjlana’dan Berline tüm Avrupa’yı gezmek isterken, Karolina Tahrandan Kazablankaya, İstanbuldan Basraya bütün Ortadoğuyu gezmek istiyordu. Sadece Adana’ya gitmek istemiyordu. Bunun da sebebini soran Miraç’a ‘Bilmem, hiç ilgimi çekmiyor.’ demişti. Ama diğer bütün sıcak topraklarda insanların gönlüne dokunarak onlarla konuşmak istiyordu. Miraç Fransızca, İtalyanca, İspanyolca hatta Katalanca öğrenmek isterken, Karolina Farsça, Türkçe, Kürtçe hatta Zazaca öğrenmek istiyordu. Kilisenin çan sesi garip ve hoşuna giden Miraca cevaben Karolina Kuranın ezgisinden hoşlanıyordu. Miraç kendi ayakları üzerinde duran tam eşitlikçi, kendi kararlarını veren bir kadın ararken, Karolina biraz otoriter, kadından daha baskın bir erkek hayali kuruyordu. Bütün bu konuşmalar ve çaylar bitince Miraç gene de tam bir doğu erkeği olarak hesabı Karolina’ya sormadan ödedi ve Karolina’nın belki de en çok hoşuna giden hareket bu kararlı davranış oldu. Miraç ne istediğini bilen biri olarak davrandı ona göre. Miraç gene tam bir Doğu erkeği gibi ilk kez bile olsa tanıştığı kadını evine bıraktı. Yol boyunca pek bir şey konuşulmadı. İkisi de kendi toprakları, kendi kültürlerinde sıkılmış, farklılığa ilgi duyan başka yerlerde yaşamak isteyen kişilerdi. İkisi de aslında ilk bakışta tam kendi aradıkları kişiyi bulduğunu düşünmüşlerdi. Ama kim bilebilir ki, farklı topraklarda, kendi topluğunun farklı olanına hayran olan bu iki insan birbirini bulacaktı. Kafalarında bu düşüncelerle Karolina evine geldiler. Birbirlerine yüzleri dönük vedalaşmak üzereydiler. İkisi de bu vedadan sonra belki hiç konuşmayacakalardı, belki de iki arkadaş olurlardı, nadir görüşen. İşte tam bunları düşünen Miraç son bir hamle yaptı ve Karolinanın yüzüne bakmayı keserek dudaklarına yapıştı. Karolina sanki bunu bekliyormuş gibi sevindi ve karşı koymadı. Biraz sonra yukarı çıktılar, sonuçta öpüşmek dünyanın her yerinde aynıydı ve her şeyi değiştirme gücüne sahipti.