‘’Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.’’
A’raf, 176
Roman, hikâye, şiir, deneme yani tümüyle yazı. Sizin için ne ifade ettiğini hiç düşündünüz mü? Ben sık sık düşünüyorum, niçin yazıyorum? Bu kâinattaki varlığım sona erdiğinde, günün birinde var olduğumun ispatı olsun diye mi yani? Unutulmaya karşı bir direniş mi, belki. Nazan Bekiroğlu’na göre ‘’Yazmak ki anlatmaktır, benim için bilgi (marifet anlamında) edinmenin yollarından en elverişlisi. Anlatmak bir bakıma anlama çabası değil mi?’’ İzninizle ben de edebiyatın en naif seslerinden kabul ettiğim yazara katılıyorum. Çünkü yazdıkça daha derin düşünüyor, sonuç olarak daha iyi anlıyorum. ‘Yazı’ hayli uzun bir konu ve bu yazıdaki amacımız da yazının anlamsal boyutu üzerinde değil, yazılanın karakteri üzerinde durabilmek. Karakter diyorum, çünkü bu eseri diğer Yusuf ile Züleyha metinlerinden ayıran ve okuyucuyu etkisi altına alan farklılıklar var.
Hikâye her birimize az çok malum. Henüz çocuk olan Yusuf’un on bir yıldızlı, aylı, güneşli rüyası, kuyuya atılışı, kervancılar tarafından çıkarılması ve Mısır pazarlarında köle diye satılması. Ve Yusuf’un gömleği… Kardeşlerinin bir karacanın kanıyla lekeleyip babası Yakup’a uzattıkları gömlek önce. Sonra Züleyha’nın daveti, Yusuf’un reddedişi ve arkadan yırtılan gömleği. Olay örgüsü her metinde her hikâyede benzer ama ya kişiler?
Yeryüzü kurulalı beri aşk var ihanetin olduğu kadar, dostluklar yaşanmış düşmanlıklar kadar. Neredeyse aynı hayatlar, benzer vaka zincirleri. Fakat ey okuyucu, senin içinle benim içim bir mi ya? Yeryüzü kurulalı beri, yaşantılarımız ne kadar benzerse benzesin birbirine; duruşumuzla, bakışımızla yani içimizle farklıyız. Parmak izlerimiz kadar belki. Bu yazının da bir duruşu bir bakışı olsun öyleyse. Haydi, tutunun kelimelerime, uçan bir halıya bindiremesem de kelimelerim götürür sizi huzurlu iklimlere.
Düşünün ki bir kış gecesi, evinizin en sevimli köşesine kurulmuşsunuz. Kış dediysem; bahara yaklaşmış, tendeki soğukluğu son demlerinde, biraz daha titreteyim de öyle gideyim der gibi. Odanın başucunda naif bir ses yakalayıvermiş sizi, dilinde bir hikâye. Hikâye dediysem; bir kâğıda yazılmış da unutulmamış, asırlar geçmiş de tesiri kaybolmamış, canlardan geçen Canlar Ötesine uzanan bir hikâye. Yüzünüz kızarmış sobadan mı, kaloriferden mi yoksa kulaklarınızdan kalbinize süzülen hikâyeden mi bilmem.
O naif ses, önce yaşanan, sonra Kâinat Kitabı’na yazılan, dilden dile dolaşan, dillerde kalmayıp gönüllere kavuşan bir hikâye anlatmakta. Evladım güzel olsun diye ismi konulan, ‘güzel yüzlü’ demeden evvel ismi anılan Yusuf peygamberi de hikâyesine başlık yapmış ki; dilinden dökülenler de onun gibi güzelleşsin. Yusuf demiş, yanına bir isim daha eklemişti, neydi? Züleyha.
Çölle başlar bu hikâye. Çöller ki kumunda nice yaşanmışlık, nice hikâye barındırır da bir rüzgâra teslim eder hepsini. Dümdüz kalır çöl. Sanki bir ayak basanı olmamış, kimse susuzluğunda kavrulmamış gibi. Yusuf’un rüyasına, kardeşlerinin cefasına, Yakup’un gözyaşına hiç şahit olmamış gibi.
Hasretle adımlanan, zindanla yoğrulan, yolların rüyalardan geçtiği, rüyaların gerçeğe vurduğu bir hikâye bu. Ateşin evvela tene değdiği, yavaşça gönle indiği, gönülde büyüyen, saflaşan bir hikâye. Sahi ne demişti yazar, Dudaktan Kalbe. Tam da böyle bir hikâye. Madem öyle, Züleyha’nın gözlerinde başlayan, tenini kavuran, onu sultanlıktan köleliğe doğrultan güzelliği anlatmakla devam edelim söze.
Yusuf’un güzelliği sözcüklerle sınırlı değil ancak hayalin ufukları ile sınırsızdı. Özeti bu işte. Şimdi varın, kendi hayal dünyanızın kapılarını tıklatın. Bakın şöyle alıcı gözüyle, neler biriktirmişsiniz neleri tozlandırmış zihniniz. Bir çift kaş ile göz seçin, burun ve dudaklar. Saçlar ekleyin, belki bakışlar, gülüşler. Nasıl? Güzel mi sizin Yusuf’unuz? Hepimizin Yusuf’u başka ve içimizin aydınlığı onu ne denli güzel gördüğümüze bağlı. Sırtınızda biriken, sizi kambur eyleyen tüm kelimeleri şu köşeye bırakın. Dimdik doğrulun ve sadece karşınızda beliren o güzel hayale gülümseyin yeter.
Yusuf böyle güzel, peki Züleyha? Mısr’ın en güzeli. Su damlası, lotus dalı Züleyha. Gönüllerin emeli. Züleyha çöl çiçeği, Mısr’ın parlak seheri ve arkasından konuşulanı ve ayıplananı. ‘’…ki Mısr’ın soylularına göre: bir kadın ne yaparsa yapsındı ama hakkında konuşulmasındı.’’ Yusuf’u sevdi Züleyha, devrin diğer kadınlarından farklı olmaksızın ve Yusuf’u çağırdı Züleyha, diğerlerinden ayrıldığı tek nokta.
Anlatıcı öyle hoş betimler ki Züleyha’nın halini, aşkını ve kıvranışlarını. Erkeğe meyleden bir kadın deyip öylece bırakmaz. Yusuf’a âşık oldu ki bu aşkla da Allah’ı buldu deyip bitirivermez. Bu hikâyenin Yusuf’u zindana atılalı beri halden hale kıvrıldı Züleyha. Arzuyla yandı ateş oldu evvela, kanı ve damarlarıyla derler ki iliklerine dek, hülasa bütünüyle Züleyha, Yusuf oldu. Dert deryasına süzüldü ruhu, üstelik bir de içini kimseye anlatamamanın derdi vardı. Bu sebeple önce tapınaklara yöneldi, soğuk duvarlara ve dilini yutmuş putlara seslendi.
‘’Ne kadar büyükse de günahım,
ne kadar kirlilik taşıyorsa da bedenimin günahına izin veren şu karanlık ruhum,
bileyim ruhundan koptuğum bir aydınlık var,
kendisine kulluk için yaratıldığım ve benden kulluk bekleyen bir tanrım var.’’
Tapınakların taş zemini üzerinde geçirilen geceler ve gündüzler çare olamadı Züleyha’ya, kimse duymamış mıydı sesini? Oysa çocukluğundan beri odasının başköşesindeydi kocaman gözleri, etli dudakları olan putu. Yusuf’u odasına çağırdığında ise utanmıştı putundan ve ipek şalıyla örtüvermişti üzerini. ‘’Görüşü ipek bir gece şalıyla örtülen bir tanrı, gücü bir kulun gücüyle sınırlanan bir tanrı!’’
Düşündü Züleyha önce kendi tanrılarını ve buldu sonunda Yusuf’un inandığı Allah’ı.
Yusuf zindana atılalı beri aşkın nice hallerinde nice yollarında yürüdü Züleyha, gençliğini ve güzelliğini yitirdi. Ne zaman ki gençliği ve de güzelliği umrunda değildi, ne zaman ki Allah’a kavuşalı beri unutmuştu dünyayı, yeniden güzellik bahşetti Rabbi ve o sadece gülümsedi, şükretti.
‘’Dudağının kenarındaki çizgilerin bir tekinde bile Züleyha’nın, Yusuf ile Züleyha’yı anlatmaya kalkışacak hiçbir, hiçbir ama hiçbir yazıcının öle yazsa da yazamayacağı kadar çok hayat vardı. Züleyha yazı değil hayattı.’’
Yani ey okuyucu, Züleyha bir güzel kadınken aşkı tadan herhangi bir kadın oldu. Ama o ‘kalabalıktan biri’ Yusuf’u görünce ellerini kesen diğer kadınlardan biri olarak kalmadı asla, aşkı yükseldi göğe vurdu. Tanrılara inanmış herhangi biriyken, sorgulayan bir kalp oldu. Yalnız Yusuf’u oturttuğu gönlüne koca bir dünya sığar oldu.
Züleyha böyle gerçekçi, günahıyla ve tövbesiyle, yanlışı ve doğrusuyla düpedüz bir insandı. Peki diğerleri? ‘Roman kahramanları’ yalnız insan değildi elbet, kuştu, böcekti hatta kitaptı, kitabı yazan kalemdi bazen. Yusuf ile Züleyha’da ise kurttu, kuyuydu, aynaydı hatta rüzgârdı. Yusuf’un güzelliğine şahitlik eden ve bu güzelliğin asıl sahibine minnetle seslenen herkes her şey, bu hikâyenin kahramanıydı. Ama en çok da o güzelliği iliklerinde hisseden Züleyha’ydı. Bekiroğlu’nun kaleminden her biri kendi sesini duyurdu, kurt kırılmışlığı, kuyu şükranı, Züleyha aşkıyla var oldu.