Sanat, ilkel dönemde belki sadece bir “boşluk doldurma” olarak ortaya çıkmıştı. Ancak zamanla bu soyut, birçok anlam yüklenebilen yaratıların önemi arttı ve daha bereketli avlar gibi dilekleri, gerçekleşmesini sağlayabilecek bir güce iletmek için kullanılmaya başlandı. Bugünkü anlamda dua ile eşdeğerdi ve insan, bir anlamda, farkında olmadan kendi yaratıcılığına tapınıyordu. Neden sonuç ilişkisini henüz kuramayıp çevresinde olup bitene müdahale edemediğinden, her olaya bir yüce güç atıyor ve istekleri için ona yakarıyor, hatta adak denilen bedeller ödüyordu. Bu inanç zaman içinde sistemleşerek meteorolojik olaylar, savaş, ölüm gibi her olay için profesyonelleşmiş bir tanrılar birliği yarattı.
MÖ 6. Yüzyılda ilk olarak Thales ile ortaya çıkan bilimsel düşünce, insanın başka bir güç değil sadece aklına güvenmesinin kapısını araladı. Bu atılım, doğallıkla hiçbir altyapısı olmadan ortaya çıkmış, köksüz bir gelişme olarak düşünülemez. Yurttaşımız Homeros’un aktardığı efsanelerdeki tanrıların, zaaflarıyla birlikte insanlaştırılmış olmaları da bunun bir kanıtı: Sümerlerden beri süregelen bir gelenek olarak olan biten her şeyin düzenleyicisi olarak tanrıları benimseme ve çok karmaşık hikayeler oluşturma geleneği, yerini mantıklı açıklamalara bırakıyordu. Bu fikir ortamında sanat da gerçeğin ışığıyla masallar değil gerçeklere öykünüp, fantezi yaratıklar değil bizzat insanı abideleştirdi.
Tanrıların insanlaşıp yüce dağların doruklarından soyluların kentlerine indiği bir ortamda Hıristiyanlık, çıkış felsefesiyle kimseyi yadırgamadan; sayısız tanrının arasındaki karmaşık hikayeler yerine tek bir yaratıcı inancını önererek ortaya çıktı. Yalnız bu öğreti ve yarattığı politik güce de sahip yönetici sınıfı, hegemonyasını güçlendirdikçe sanatı, kimi uygulamalarıyla ya temelden yadsıyarak ya da onu tamamen propagandasının bir aracı haline getirerek hakim olduğu bölgelerde insan aklını yeniden, yüzyıllar süren bir karanlığa hapsetti.
15. yüzyıla doğru “dünya işleri”yle ilgilenen yöneticiler ve tacirlerin güçlenerek ruhban sınıfının hakimiyetini örselemesi, düşüncenin zincirlerini yeniden kırmasını sağladı ve geçmişte yaşanan aydınlanma yeniden yorumlanmaya başladı. Böylece gerçek yeniden merkeze alınıyor, insan yeniden tanrılaşıyordu.
Ancak “gerçek” yani doğa, insana daha da önceki gibi yetmedi. Yaşamın, gördüklerimizden öte anlamları olmalıydı. Bu, ilkellerin sanatının gittikçe soyutlaşması ve sembollerin yaratılmasında da, Klasik Yunan’daki gerçekten daha süslü ve ideal formlar yaratılırken de böyle olmuştu. Yaratım gücü, sadece gördüğünü değil, onları nasıl içselleştirip yorumladığını da anlatmak; imzasını koymak istiyordu. Birinci Paylaşım Savaşı yıllarıydı ve bu korkunç ortamın ağırlığı altında insan kendini, Munch’un adeta bir kahin önsezisiyle ortaya çıkardığı Çığlık tablosunun içinde hissediyordu. Savaşın ikincisi ile birlikte ise insanın tüm birikimiyle yarattığı ilerlemeye güven azalınca ya tümüyle soyut bir dünyaya kapanıldı ya da oluşturulmuş tüm ekollerden reddedilerek yok edilmeleri gerektiği fikri gelişti.
Bu kaçış, anlamdan tamamen uzaklaşarak somutlaştı. İnsanların “yüce idealler uğruna!” topluca öldürüldüğü bir ortamda, ilkin varolan söz zaten kendiliğinden anlamsızlaştı. Böylece sanat, insanlığı çepeçevre sarmış olan, baş edemediği otoriteyle alay etmekte buldu çareyi. Tüm kısıtlayıcı etmenler yok edilmeli, sanat da alabildiğine demokratikleşmeliydi. Artık her şey sanat ve sanat hiçbir şeydi. Yarınsız, güvencesiz, iğreti yaşamın normalleştiği çağımıza da bu kuralsızlık ve geleneksizlik istemi oldukça uyuyor. Öyle ki topyekün sistemler karşıtlığı olarak ortaya çıkmış bu fikir, bugünkü düzenin ana reklam dili, propaganda aracı haline geldi. Tüm bu sınırsızlığa rağmen ise “büyük” eserler ortaya çıkmıyor. Çünkü büyük anlatılar tılsımını yitirdi, mitler yaşamıyor. Oysa “Tanrı eğer varolmasaydı, onu icat etmek gerekirdi.” (Voltaire)
Ozan Şenyüz
Fotoğraf: Myra antik şehri, tiyatro binası süslemeleri