”Son günlerde hep aynı rüyayı görüyorum. Uyanıkken duymak istemediklerimi kendimle konuşur gibi. Koskoca bir malikane bahçesinin ortasında tek kalmış bir limon ağacını koruyan bekçi köpekleri var. Zincirlerle yerlerine sabitlenmiş köpekler. Malikanenin camından sahipleri onları izliyor. Ben de bekçi köpeklerinden birisiyim. Gözlerimi yüzümü ekşiten limonlardan ayıramıyorum. Onlar ise ulaşamayacağımız değerler gibi yukarıdan bizi izliyor. Eğer kıpırdarsam sahibim tarafından cezalandırılacağımın farkındayım. Haddinden fazla olgunlaşan limonlar ağaçtan kopup üzerime düşerken, uzun zamandır vazgeçmediğimi bildiğim ancak tüme varamadığımı kabullenemediğim hayallerim de aklıma düşüyor. Hareketsiz bedenimin soğukluğunu hissedip soluksuz uyanıyorum. Korkuyorum. Bunu bir rüyadan daha çok kendi gerçekliğime benzettiğim için.”
Oyunun finalini bu sözlerle yapıyorum. Alkış sesleri ile birlikte perde kapanıyor. Oyunumuzun sevildiğini görüp bir kez daha seviniyoruz. Selam vermeyi bitirdikten sonra, ayakçı çocuğu açık bir tekele gönderiyoruz. Elinde köpek öldürenle birlikte geri geliyor. Malikanedeki bekçi köpeklerini de bu köpek öldürenle öldürüyoruz. Oyunun etkisini üzerimizden attıkça, aklıma düşmeye başlıyorsun. Seni aklımdan silebildiğim tek yer bu sahne. Burası Andıran Tiyatrosu. Sana kendi acımı tattırıp, seni unuttuğum yer. Oynadığımız oyunların hepsi aynı. Her defasında unutmayı oynuyorum. Yaşattığı unutkanlıktan zevk aldıran bir tiyatro düşün. Aslında tiyatro bunu zorla yaptırmıyor, ben böyle olmasına izin veriyorum. O da benim izin vermeme izin veriyor. Tiyatronun buğulu camına yazılmış ”beni yıka” yazısını siliyorum, baş parmağımla ”seni unut ” yazıyorum. Sana yollamak için yazdığım bütün yazıların yanına koyuyorum sözlerimi. ”Özlem” artık fiil hali olmayan eski bir sözcük.
Bütün oyunlarımı izlemeye gelen Rıfat Abiyle birlikte çıkıyoruz tiyatrodan. Tek kişilik ailem kendisi. Babamın annemin üstüne bahçedeki gülleri bile koklayamadığı, annemin babamın üstüne (yemeğin üstüne sigara gibi) sütçüleri kokladığı zamanlardan çok öncesinde kalmıştı aile kavramım. Annem market zincirlerini ve mahallenin 2/3 üne süt dağıtarak ev başına sattığı süt hacmini hızla büyüten bir sütçüye, babamda dünyanın 1/3 ünü oluşturan ve hali hazırda yüz ölçümü zaten büyük olan toprağa gitti. Ailemi kaybettikten bir yıl sonra tiyatroda tanıdım Rıfat Abiyi. O erken yaşta kaybetmiş ailesini. Belki de bizi bu kadar bağlayan nokta, ailedir. Orta yaşlarda birisidir Rıfat Abi. Yüzü sanki 0.7 uçlu kalemle çizilmiş çiziklerle doludur. Memleketten 11 yaşında tek başına İstanbula gelmiş birisidir. Yol parasını da otogarda akşama kadar saz çalarak denkleştirmiş. Tüm olumsuzluklara ve kafalarını kuma gömenlerin tekmelerine karşı ayakta kalmayı başarmış birisidir Rıfat Abi. Her oyun çıkışı gittiğimiz bara gidiyoruz. Önce pek konuşmuyoruz. Çoğunlukla içiyoruz. İçtikçe seni anlatıyorum, seni anlattıkça içiyorum. Tiyatroda olduğun zamanlardan kalan tek ortak bağımızdır Rıfat Abi. Özellikle sen evlendikten sonra haberini alabildiğim tek insan. Barda kafam dağılsın diye telefondan hep aynı cümleleri yazar. ”Güzel kardeşim arkandaki manita seni kesiyo, kaçırma erik gibi manitayı, saldır bi kere de be aklına sokayım.” Arkama dönüp meraktan bakıyorum. Hatun İrina Shyak’ın balık etlisi. Yanına gidip ”Hala Madrid” diyorum, gülümsüyor. O da neye benzediğinin farkında. Konuşmaya başlıyoruz. Adı Becky, İngiliz kökenli, İsveç pasaportlu, Çekoslovak manita. Yarım saat kadar Steven Gerard’a benzeyen sevgilisini dinleyip, içki almak için bara yöneliyorum. Döndüğümde zenci bir arkadaşla dans ederken görüyorum Becky’i. Ben de Rıfat Abinin yanına dönüyorum. İrina Shyaka benzemese de halı sahada attığı gollerle takımdaki ismini Ronaldo Rıfat’a taşıyan abime sessiz sinemadaki yerli işaretini yapıyorum. ”Noldu olum, zenciyle değil seninle çıkması lazımdı burdan” diyor. ”Abi çocuğu varmış, yapamam ben” diyip konuyu kapatıyorum. İçkilerimizi bitirip çıkıyoruz. Dışarıda çağırdığımız taksiye bizden hızlı davaranıp Becky ve dans ekibi biniyor. ”Abi şansımızı sikiyim. Kendimi zenci çocuğun sünnet düğününde etli pilav yemiş gibi hissediyorum” diyorum. Aynı paketten birer sigara yakıp, ayrı yönlere yürüyerek dağılıyoruz.
Kapıyı açıp eve giriyorum. Sensiz kapıyı açmak hala garibime gidiyor. Bundan böyle eve pencereden mi girsem diye geçiriyorum içimden. Daha çok garibime gidiyor. En iyisi eve hiç girmemek diye düşünüyorum. Bu sırada aldığım alkol vücudumdaki yolculuğunu tamamlamış, özgürlüğünü ilan etmeden bir kaç saniye önce tuvalete gitmem için beni iyice sıkıştırıyor. ”Sevgili tekila ve bira kardeş acele etmeyin, hepinize yetecek kadar yer var klozette” diyorum. Tam iki dakikadır vücuttaki alkol topluluğunun özgürlük merasimi bitmiyor. Artık nedense kendimle gurur duymaya başlıyorum. 2 dakika 33 saniye sonunda kendimi sıvı yağ reklamında havalanıp uçan aile bireyleri gibi hissetmeye başlıyorum. Taktığım görünmez kanatlarla lavaboya varıp elimi yüzümü yıkıyorum. Saçımı düzeltmek için aynaya doğrulduğumda, irkilip geri sıçramamda bir oluyor. Allahım! Aynada malikanedeki köpeğin yüzü duruyor. Şok ya da daha ötesi! Alkolün etkisi tek saniyede uçup gidiyor. Kafayı yediğim şüphesiz. Eğilip yüzümü tekrar yıkıyorum, tedavisiz bir hastalığa yakalanmış adamın kendi reçetesine baktığı gibi aynaya bir daha bakıyorum. Değişen bir şey olmuyor. Aynı köpek aynı kararlılıkla karşımda, eceli gelmiş gibi bana bakıyor. Yoksa az önce cami avlusuna mı işedim! Sarsıldığım, paniğe kapıldığım bu anda aynaya tekrar bakmaya cesaret edemiyorum. Tuvaletten kaçar gibi çıkıp, saklana saklana odamda duran eski fotoğraflara kadar yürüyorum. Yüzümü fotoğraflardan kontrol edeceğim ki hemen vazgeçiyorum bu fikirden. Fotoğrafta kendi yüzümü görememekten korkuyorum. Denizin üzerinde seken bir taşın sonu gibi dibe doğru batıyorum. Bütün ışıkları kapatıp, yatağa atıyorum kendimi. Yatağın üzerinde üç defa sekip rekor kırıyorum. Bu gece istediğim tek şey mutlak karanlık.
Her tarafım tutulmuş şekilde kalkıyorum yataktan. Saatin işi olmadığından epeyce ilerlemiş, neredeyse akşamüstü. Televizyonu açıyorum, telefon çalıyor. Arayan Rıfat Abi ”Seni getiren leylekler ülkeye tekrar geri dönüş yaptı sen hala uyuyosun be kardeşim. Kapının önünde bekliyorum, çık dışarı da bir şeyler yiyelim.” Rıfat Abiyi telefonda onaylarken bir yandan da televizyondaki trafik durumunu dinliyorum. ”Gönül yolunun 0-100 kilometreleri arasındaki geçmişi unutamama çalışmaları nedeniyle yolcuların anı ve anı işaretlerine dikkat etmeleri gerekmektedir. Geri dönüşlerde hız sınırlarını aşmamaya özen gösteriniz. Kırmızı ışıkta unutup, yeşil ışıkta tekrar hatırlayınız. An itibarı ile ikinci şans tıkalı, boğaziçine kadar sözleri akıcı durumda. Kısmetinizi sıkı bağlayınız. İyi sancılar dileriz.” Rıfat Abiyle sahil kenarında yürümeye başlıyoruz. Sohbet edenler, bisiklet sürenler, simitçiler, martılara simit atanlar, simit diye sigara izmariti atanlar, hareketli bir günü karşılıyoruz. Gözümüze kalabalıktan ayrı, küçük adımlarla kendi ekseni etrafında ağlayarak yürüyen bir kız çocuğu takılıyor. Neden ağladığını sorduğumuzda, işaret parmağıyla gökyüzünü gösteriyor. Mavi bir balon gökyüzünde, bir süre sonra maviler ayırt edilemiyor ve balon gözden kayboluyor. Evet tam olarak tarifi bu olmalı. Gece seni çağırıyor, yürüdükçe gecenin rengine bürünüyorsun. Baloncudan az önce alınan balonun elden kaçması gibi bir şey oluyor gidişin. Açıklama yapmadan, hiç bir sey sormaya zaman tanımayacak kadar ani. Ne kadar ani olunabiliyorsa o kadar ani. Anne ve babalar, eğer çocuklarınıza hediye niyetine uçan balon alacaksanız, bunu evde hediye edin ki balon çocuğun elinden kaçarsa tavana çarpsın ve orada asılı kalsın. Bir anda uçup gitmesin ki çocukta kaybetme hissi erken yaşta oluşmasın. Yoksa o an gözünden hiç silinmez. Ardından kız çocuğuna bir deste balon alıyoruz, ağlamayı bırakıyor. Umarım bu defa da küçük kız havalanmaz diye düşünürken annesi yanımızda bitiyor. Annesinin havalanabilmesi için deste, düzine balon değil zepplin almamız gerekli. Bizimde o kadar durumumuz yok. Annesi ile birlikte havalanamayacağını bildiğimiz için, içimiz rahat yanlarından ayrılıyoruz.
İlk gördüğümüz yere oturuyoruz yemek için. Siparişleri verip yemekleri beklerken söze giriyorum. ”Rıfat Abi kaç yaşına geldin, artık evlende çocuk sevelim. Yok mu helal süt emmiş bir kız hayatında?” yüzüme gülümseyerek ”Aslında pastörize süt emmiş bir kız var ama emdiği sütten dolayı hakkında pek emin değilim” yüzünü biraz ciddileştirerek devam ediyor ” Lan göt bana akıl vereceğine kendi haline bak. Kaç yıldır saplandın kaldın geçmişine. Artık ileriye bak. ileriye bak. ileriye bak oluuum.” ”Abi tamam anladım.” gelen yemekleri izlerken devam ediyor. ”Öyle değil harbiden ileriye bak. Yani yön olarak arkanı dön ve şu gelene bir bak be kardeşim.” Aramızı yapmaya çalıştığı Gamze bize doğru yaklaşıyor. ”Selam yakışıklı, tanışabilir miyiz?” Deyip yanıma oturuyor. Ardından Rıfat Abi bankaya para yatırması gerektiğini söyleyip bizi baş başa bırakıyor. ”Akşam dansa gidelim mi?” diye devam ediyor Gamze. Aslında çok hoş bir bayan olduğu tartışmasız. Yanağındaki gamze o kadar derin ki gözlerinizle boy vermeye çalışsanız ayağınız kuma yetişmez. İsmini de buradan aldığı kesin. Doğduğunda isminin üç defa kulağına değilde gamzesine okunduğunu düşünüyorum. ”Dans konusunda çok iyi olmadığımı biliyorsun” diyorum. ”Peki içinde de böyle mi hissediyorsun?” diye soruyor. Hayır. İçim içime sığmıyor aslında. Arka fonda sürekli bir melodi tutturuyorum. Beceremediğim onca figürü aklımda ortaya koyuyorum da bendeki sorun uygulamada. ”Evet” diyorum. ”İçim çürümüş benim. Benden bi bok olmaz” Gözlerime bakıp ” Zaten gözlerin de bok böceğiyle aynı renkte” deyip aptalca sırıtıyor. Saçmaladığını fark ediyor. ”Pardon kendimi tutamadım.” Ağzımdaki lokmayı bitirmek için hiç acele etmiyorum. ”Bence yıllar önce baban kendini tutamamış.” diyorum. Gözleri fal taşı gibi açılıyor, sonra yüzü düşüyor. Kendini bir bok böceği gibi içine kapatıyor. Yuvarlanarak uzaklaşıyor oturduğumuz mekandan.
Rıfat Abi geri döndüğünde yemeği çoktan soğumuştu. ”Gamze nerede lan?” Abi kız çok alıngan, yapamam ben bununla.” ”Senin bi suçun yok olum, seni adam yerine koyup tanıştıranda kabahat. Senden bi bok olmaz”. ”Evet abi ben de aynısını Gamzeye söyledim. Benden bi bok olmaz dedim. Birer sıcak çay söyleyeyim mi, aramızdaki buzlar erisin?” Çaylar gelene kadar hiç konuşmadık. Bardağıma tek şekerin yarısını kırıp attıktan sonra, şekeri karıştırdığım çay kaşığından gözlerimi ayırmadan soruyorum. ”Abi Özlem nasıl?” Bir yudum almak için ağzına götürdüğü bardak alt dudak hizasında kalıyor, çaydan içmeden yavaşça masaya bırakıyor bardağı. ”Vazgeç artık bu sevdadan koçum. Kız evli. Hatta sana söylemeyi düşünmüyordum ama hiç bir laftan anladığın yok. Özlem 8 aylık hamile! ” Elimdeki çay bardağını ağır çekimde yere düşürüyorum. ”Hassiktir be Rıfat Abi!” Amaçsızca yere eğilip can kırıklarımı toplamaya başlıyorum. Elime batıyor, canım yanıyor. ”Onu görmem lazım abi. Bir defaya mahsus, son defalığına. Ayarla abi yalvarırım. Bunu sadece sen yaparsın, köpeğin olayım ayarla!” Kanayan parmağımı silmem için selpak uzatıyor Faik Abi. Bir sigara yakıp ”Tamam” diyor ”Ayarlayacağım, tamam” Kanayan parmağımı ağzıma götürürken, istediğini alamadığında ağlayan bir çocuğun gönlü yapılınca sustuğu gibi susuyorum.
İki gündür ne tiyatroya uğruyorum ne de dışarı çıkıyorum. Sadece onu tekrar gördüğümde ne yapacağımı düşünüyorum. Deli olduğumu bilmesem televizyonun benimle konuştuğunu söyleyebilirim. Televizyonu açıyorum, telefon çalıyor. ”Alo kardeşim ben Rıfat, Özlem yarın seninle görüşmeyi kabul etti. Saat ikide tiyatronun karşısındaki kafede ol. Çok tutma kızı, zor ikna oldu zaten” Telefonu kapatıyorum. Televizyondaki kırmızı kıçlı maymun belgeseline takılı kalıyor gözüm. ”Yarın ne giysem acaba? Saçlarımı sağa mı, yoksa sola mı yatırsam? Hangi siyasi görüşlü olduğunu bir hatırlayabilsem bu saç mevzusuna karar vermek daha kolay olurdu.” diyorum kırmızı kıçlı maymuna. O da kıçıyla gülüyor bana. ”Saçmalama lan, kendine gel. Tiyatroda baş rolü kaptın diye götün kalkmasın hemen. Benim götüm yıllardır gökkuşağı gibi rengarenk ama senin gibi kendini beğenmiş olmadım hiç bir zaman. Oraya kendini beğendirmeye gitmiyorsun.” Doğru söylüyordu maymun. Belli ki görmüş geçirmiş bir maymundu. Benden daha sağlıklı düşündüğü kesin. İnsandan maymuna doğru başlayan geri dönüşümü Darwin görse secde edip tövbe dilerdi. Çocuklarını kucağına alıp amazonun derinliklerine yol alırken anne maymun, bunları düşündüğüm için yüzüm ağaçların arasında kaybolan kırmızı kıçlara dönüşüyordu utancımdan. Maymunların peşinde buluyorum kendimi. Bütün ormanı koşarak geçiyorum. Birkaç peygamber devesi bana eşlik ediyor. Delikanlı hayvanlar, hiç konuşmayıp hep dinliyorlar. Bir kavak ağacının gölgesinde durup mola veriyoruz. Bizi zorunda bıraktığın yol ayrımını, aklıma kazımış titremeyen sesinden çıkan teşekkürün. Evde önünü göremeyen sen, geleceğimizin olmadığını görmüştün. Tıpkı yüzündeki soğukkanlılığı gördüğüm gibi. Düşünüyorum da her şeyi nasıl da görmüşüz. Aslında görüyoruz dediğimiz zamanlar en çok körüz. Kavak ağacından meyve bekliyoruz. Oysa kavağın meyvesi, onun gölgesi. Bunu hiç düşünmüyoruz. Yağmurda yuvasına koşan karıncalar gibi kavak ağacının gölgesine sığınıyorum. Yılarca uyuduğum uykumdan uyanacağım sabaha doğru gözlerimi kapıyorum.
Sallanan sandalyede, üzerinde eski püskü bir battaniye, duvarlara amaçsızca bakan yaşlılar gibi kalkıyorum yataktan. Tartışmış iki sevgilinin soğukluğu aramıza girmiş gibi hissederken kapıyı kapatıp evden çıkıyorum. Kapıyı kapatıyorum ama anahtarı içeride unutuyorum. ”Siktir et” diyorum. Şu an gideceğim yerden daha önemli bir olay değil. Tiyatroya yaklaştıkça evden çıktığım andaki rahatlık kayboluyor. Tiyatronun sokağına döndüğüm an ise dizlerimin bağı çözülüyor. Söndürmek için yere attığım sigara izmaritini ayağımla tutturamıyorum. Buna rağmen tiyatronun karşısındaki kafeyi zor da olsa tutturmayı başarıyorum. Kalabalığın içinden hemen seçiyorum onu. Karnı burnunda, burnu havalarda sandalyede oturuyor. Biraz gayretle her an doğum gerçekleşecek gibi duruyor. Özlemi ne kadar özlediğimi şu an fark ediyorum. Sanki hamile olan benim ve onu aş ermiş gibiyim. Bundan sonra gecenin kaçı olursa olsun gelsin! İyice yaklaşıyorum. Saçlarını sarıya doğru biraz açmış, gözleri neredeyse lacivert. Yüzü ılık sütlü kahve gibi, toprak yoldan otobana çıkmak gibi, yüzü çocukluğumun gökyüzü gibi. Resmi bir selamlaşmanın ardından karşısına oturuyorum. Elimi hırkamın cebine daldırıyorum. Bir sigara çıkarıp, hızlı bir refleskle ağzıma fırlatıp dudaklarımla yakalıyorum. ”Geldiğine çok sevindim” el işaretiyle garsonu çağırıyorum. ”Fazla durmayacağım” kahveyi orta şekerli sevdiğini bildiğim için, ona sormadan siparişi veriyorum. ”Şimdiki aklım olsa, seni asla sevmezdim” gülümsüyor ”Beni sevmeseydin şimdiki aklın olmazdı” diyor. ”Nasıldın? Onca yıl nasıldın?” kahvenin yanında ayriyetten su istiyor. ”Ne demek bu?” Soran gözlerle bana bakıyor. Elveda derken merhaba demek ister gibi bakan kadındın. Tüm hisleri iyisiyle kötüsüyle tarif eden bir kelime gibi bir bakış. Bütün hayatı parçalayıp eksiltsede, eksik parçaların telafisi elden gelmesede, hayatı 1-2 saniyeye sığdıran kadındın. ”Keyfin yerinde miydi? İyi misin şimdi? Sessizce gittiğin onca yıldan sonra hala susacak mısın? Daha fazla parçalayacak duygu arayacak mısın? Ağzına sıçacak başka insanlar da buldun mu? Ne zaman duracaktın? Üzerine yakışan elbiseleri seçtin mi? En pahalı şarapları denedin mi? Gidince, kırınca, parçalayınca, sen olacak mısın? Konuşmayacak kadar küçülmenden hoşnut musun? Hiç bir zaman düşünmedin. Sonuçları sebep sandın. Neyi düşürdüğüne bakmak için arkana hiç dönmedin, üşendin, sana batanları umursamadın. umursamazlık, dertsizlik iyiydi senin için. Diğer her şeyi siktir ettin. Diğer herkesi yarıştırdın, çelme taktın, yere düştüler, fark etmedin. Başkalarının derdi benim derdim olamaz dedin. Basitlikten, görmemezlikten, at gözlüklerinden, kalıplarından oluşturduğun hayatında, geri dönüp baktığında, mutlu musun?” Garson sonradan istediği suyu getirdiği sırada, yüzüne telaşlı bir bakış yerleşmiş beni izliyordu. ”Suyum geldi.” ”Evet” dedim. ”Buranın garsonları biraz yavaş.” ”Öyle değil, suyum geldi, doğum başladı. Çabuk ambulansı ara, sonra da şu telefonu al Efe’ye haber ver. Lütfen çabuk ol” Ambulansı aradım hemen, adres tarif ederken tiyatrodan kızlar yardıma geldiler. Yüzüne su serpiyorlar, etrafında koşuşturuyorlar, abartılı mimiklerle hep beraber derin nefes alıp veriyorlardı. İlk defa sahne dışında aşırı inandırıcı bir oyun sergiliyor gibiydik. Bana düşen de donuk adamı oynamaktı. Siren sesi, yanıp sönen kırmızı mavi ışıklar ve snalubma yazısı beni kendime getirdi. Özlemi sedyeye yatırıp asnalubma bindirdik, ben de yanına oturdum. Bunca yıl kocası olacak Efe’nin ağzına sıçmak istemiştim, kısmet telefon açmakmış. Fakat Efelenmenin hiç sırası değildi. Telefondaki kocacım yazısının üstünden parmağımı kaydırdım. ”Hayatım” diyerek açtı telefonu. Hayatımı siktiği için benim de manevi kocacımdı Efe. ”Özlemin doğumu başladı, şu an ambulansta hastaneye doğru gidiyoruz.” Kim olduğumu, hangi hastane olduğunu tarif ettim ama kocacım iş için şehir dışında imiş. Gelebildiği kadar erken gelecek imiş. Keske telefon, aradığınız ibneye şu an ulaşılamıyor diye çalıp bizi operatöre bağlasaymış. En azından derin nefes alın, ıkının ıkının, baby yaz 3434 e gönder bugün doğan çocuklara verilebilecek isimler cebinize gelsin gibi tavsiyeler alırdık.
Özlem su içinde kalmış, kendini sıkarken aniden elimi tutuyor. Derin derin nefes almaya, pul pul terlemeye, dişlerimi tüm kuvvetimle sıkmaya başlıyorum. Dokuz doğuruyordum. Onun elinden bebeğin hareketlerini hissedebiliyordum. Hastaneye geldiğimizde Özlemi acilen doğumhaneye alıyorlar. Kapıdan sedye ile girerken elini bırakıyorum. Mutlu muyum, üzgün mü idrak edemiyorum. Yüzüm Mona Lisa tablosuna dönmüş, stres tam saha baskısını arttırmış, ben sadece skoru korumak isteyen takımlar gibi 11 kişi defans yapıp direniyorum. Etrafımdaki sesler deplasman taraftarının tezahuratları gibi ana bacı sövüyorlar sanki. Duvarda asılı sus işareti yapan hemşireye bakıp ”Harbiden bi susun amına koyayım” diye bağırıyorum içimden. Saatler ilerliyor hala doğumhaneden gelen giden yok. Bir aksilik mi var diye düşünmeye başlıyorum tırnaklarımı yerken. Eldeki tırnaklarımı tüketmiş, ayak tırnaklarına geçsem mi diye düşünürken yanımda biten hemşireyi fark ediyorum. ”Tebrikler beyefendi, nur topu gibi bir oğlunuz oldu!” Aklınıza gelen herhangi bir şeyi anlatmak isteyipte susmak vardır ki, işte o suskunluk midenizi eritir. Seçtiğiniz kelimenin yanına doğru kelimeyi seçemeyeceğinizden korkarsınız. Kendinizi ifade edemeyeceğinizden, yeterince anlaşılamayacağınızdan korkarsınız. İçimdeki birinci tekil şahıs birinci, ikinci, üçüncü çoğul şahıslara dönmüş, kendimden fazla kalabalıklaştığım bir tedirginlik yaşıyordum. Yerini bilmeyen sessiz bir gürültüydüm. Kendini odaya kapatma ya da sokaklara atma arasındaki karasızlık, doğumhane ve çıkış kapısı arasında ters yönde yürümeye çalışan yapışık iki köpektim.
Gözümü açtığımda gözümün karşısında, yukarıdan sarkan bir serum görüyorum. Bir sedye üzerine yatırılmıştım. Araştırmacı kimyagerler tarafından denek hayvanı gibi kullanılsam, beynimi böbreklerimi herhangi bir xhamster gibi çıkarsalar, sesimi çıkaracak durumda değilim. Bayıldığımı hatırlamıyorum da ayıldığımda bir sakinleştirici iğne ile tekrar uykuya yatırıyorlar beni. Rüyamda tiyatro oyunundaki malikanenin büyük kapısının önünde duruyorum. Dantel gibi örülmüş demir kapıyı ittiriyorum, sonuna kadar açılıyor. Bahçeye kolayca giriyorum. Bekçi köpekleri limon ağacının çevresinde uyuyorlar. Malikanenin ışıkları yanmıyor, sahipleri de camda değil. Köpeklerin içinde kendimi de görüyorum. Ben de bütün bekçi köpekleri gibi, bütün malikane gibi uyuyorum. Limon ağacına sessiz adımlarla yaklaşıyorum, herkes uykudayken limon ağacını yakıyorum. Hızla büyüyen yangın bütün bahçeyi sarıyor. Bekçi köpekleri yanan limon ağacının etrafında yanarak uluyorlar. Limonları, ağacı, kendimi ve diğer köpekleri yakıyorum. Yangın son bulduğunda gri bahçeye limon kokusu yayılıyor. Yanmış bedenimin yanına gidiyorum. Bekçi köpeğine benzeyen bir tek tarafım bile kalmamış. Tanınmaz halime üzüldüğümden değil de, kendi kendimi öldürdüğüme köpek gibi ağlamaya başlıyorum. Birisi gelip omzumdan tutuyor. ”Neden bu kadar çok ağlıyorsun?” Yüzüne bakma ihtiyacı duymuyorum ”İnsan en çok kendi ölüsüne ağlar.”
Uyandığımda serumu çıkarıp, uyuz köpekler gibi sedyeden kalkıyorum. Hastane koridorunda duvara odaklanan boş bakışlarla infaz saati gelmiş bir mahkum gibi yürüyorum. Hemşirenin kolumdan çekip beni sarsmasıyla, trafik kazası geçirip arabanın ön camından dışarıya fırlayan bir kazazede gibi dünyaya geri dönüyorum. Takım elbiseli bir adam koşar adımlarla çok zamanlar yüzünü yasladığın omzuma çarparak doğumhaneye giriyor, yüzünü seçemiyorum. Ardından da hemşire koşturuyor ve odanın kapısı kapanıyor. Doğumhaneden ağlama sesleri, mutluluk ibaresi sözcükler yükseliyor. İçeri giren Efe ibnesi olmalı. Anlaşılan o ki burada bana ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Son birkaç dakikadır yaşadıklarım beni bir film şeridi gibi başa sarıyor. Ön camından fırladığım arabanın direksiyon koltuğuna ağır çekimde yeniden oturuyorum. Fonda her şeyi tek kelimeyle ifade eden bakışın. İki küçük çocuk oturup oyun oynasın, birisinin annesi aniden çocuğunu kolundan çekip oyundan alsın, diğeri yalnız kalsın, oyun dağılsın, fonda senin bakışın. 8-9 çocuk topla oynasın, üst kattaki kadın üstlerine sıcak su döksün, herkes her yere ayrılsın, oyun dağılsın, fonda senin bakışın. Bundan sonrasında geri dönmeksizin giden herkes senin bakışın. Artık belden aşağı vurmak değilde, kalbe dokunmak senin bakışın.
Aklıma ilk gelen Rıfat Abiyi aramak oluyor. ”Abi tiyatroda buluşalım mı? Ben oyunumu oynarım, sen de beni dinlersin. Olmaz mı?” ”Olum iyi misin sen? Neden bahsediyosun?” ”Az biraz önce bir oğlum olmuştu, ismini koyamadan, yüzünü göremeden, hiç sahip olamadan kaybettim abi.” Daha fazla konuşamıyorum. Seni unutabildiğim tek yer olan tiyatroya bir an önce gitmek istiyorum. Telefonu kapatıp yola çıkıyorum. Seninle ilgili aldığım ilk haberi gözlerimin içi parlayarak anlatamadığım için, bisiklet sürmeyi öğretemediğim ve mutluluktan aşırı hızlı ittiğimde yere düşünce seni kaldıramadığım için, kanayan dizini temizlerken kanayan içimi boş verip yaranın üstüne üfleyemediğim için, anneannenin senin için öreceği patiklerin ayağına olup olmayacağını göremediğim için, dünyanın en iyi abisi olacak Rıfat Abiyle tanıştıramadığım için, tavlada bilerek yenilip, kız arkadaşınla buluşacağın zaman cebine harçlık koyamadığım için, uçurtman düştüğünde yüzüne gülümseyerek omzuna dokunup, sünnet düğününde yanına oturup, sevdiğin kız için mahalle dayağı yediğinde elinden tutup karşı mahalleye koştururken korkma ben yanındayım oğlum diyemediğim için, bir bebeğe sahip olamadan içte öldürülmesini gerektiren her an için ve bir bebeğe sahip olmak adına geçmişte bu kadar güçsüz olduğum için affet beni. Olmaktan korktuğum diğerlerine çok benzedim oğlum. İsmini bulamadan siyaha boyadım. Ne kadar yaşlandım bir bilsen, bilemezsin! Annemin gidişinden az zaman sonra, babamın ölümü aklıma geliyor. Üstümü başımı kirlettiğim her oyunda ”Bırakın çocuk oynasın” diyen adam. O gün aynaya baktığımda kendimi görememiştim ya, bugün sanki babamı ikinci kez gömdüm. Anne senin çocuğun hala burada ama, çocuğunu kaybetmek böyle bir şey işte. Dermanı yok, dermansızlığını taşıyabilecek tek yer biliyorum. Gecenin karanlığından faydalanarak arka penceresinden tiyatroya giriyorum. Sahneye çıkıp oyunumu oynamak, kendimi bile unutmak istiyorum. Üstümdeki bütün elbiseleri çıkarıyorum. Bu defa sanat için değil, ateşimi biraz hafifletmek için soyunuyorum. Yüksek sesle sözlerimi salya sümük okumaya başlıyorum. ”Son günlerde hep aynı rüyayı görüyorum. Uyanıkken duymak istemediklerimi kendimle konuşur gibi. Koskoca bir malikane bahçesinin ortasında tek kalmış bir limon ağacını koruyan bekçi köpekleri var. Zincirlerle yerlerine sabitlenmiş köpekler. Malikanenin camından sahipleri onları izliyor. Ben de bekçi köpeklerinden birisiyim. Gözlerimi yüzümü ekşiten …” üstüme tutulan el fenerinin ışığı gözlerimi alıyor, sözüm kesiliyor. ”Kim var orada?” Ardından bütün ışıklar açılıyor. Tiyatronun bekçisi seyirci koltuklarının arasından burada olmamam konusunda beni uyarmaya başlıyor. Belli ki sanata saygısı yok. ”Abicim karışmayın lütfen.” Konuşan bekçinin iki sıra arkasında gördüğüm Rıfat Abi. Bekçinin sinirli bakışları benimle arkasındaki tanımadığı adam arasında mekik dokuyor, burada tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Rıfat Abi elleri cebinde bekçiye doğru bakarken devam ediyor. ”Bırakın çocuk oynasın!”