Yağmur çiseliyordu o sabah. Bulutlar, geceden arda kalanları kusuyordu soğuk şehrin üzerine. Kapılarının önünde, ellerinde kupalarla çay içerken, boş boş düşünen insanlar görünüyordu, su birikintileriyle dolu sokakta. Bir küfür yükseliyordu karşı binadan. Ben küfürün nedenini düşünürken bir çocuk koşarak geçiyordu yanımdan. Bir çocuk. elinde, patlamış fakat kendi yöntemiyle şişirmeyi başarmış topuyla, su birikintilerine aldırış etmeden koşuyordu arkadaşlarının yanına. Derken, her sabah karşılaştığım kır saçlı bir adam dönüyordu bir elinde ekmek poşetiyle ileriki caddeden benim bulunduğum sokağa. Ben onun yönünde ilerliyordum o da benim. Duyacağı kadar yaklaştığımda, herzamanki gibi sadece selam veriyordum. O da herzamanki gibi bana bakıyor, küçük bir tebessümle başını hafif eğiyor ve öksürerek uzaklaşıyordu. Cebimden sigara paketimi çıkarıyordum uykulu gözlerle yürürken. Herzamanki gibi bir dalım kalmış. Son sigaramın dumanını, hani en sevdiğin yemeği yerken tabağın altını sıyırırsın da yemeğin tüm tadının orda olduğunu düşünürsün ya, Hah! Tam da o edayla hapsediyordum ciğerlerlerime. Sonunda ulaşıyordum, geçmeyi hiç istemediğim o bomboş düşünen insanların amaçsızca yürüdüğü caddeye. Bende katılıyordum aralarına, sigaramın son fırtını çekerken içime. Amaçsızca yürüyenlerin sayısına biri daha ekleniyordu. Herkes amaçsızca yürüyor, ara sıra sanki bir amacı varmış gibi görünen insanlar gözüküyor, onlarda kısa bir süre sonra yine diğerlerinden biri oluyordu. Birkaç metre ilerde iki genç görünüyordu. Birinin elinde kamera diğerinin elinde mikrofon. O amaçsız ve bomboş dimağlara sahip insanlara saçmasapan sorular sorarak kendileri gibi saçma bir ropörtaj yapmaya çalışıyorlardı. O saçma sorulara cevap vermek isteyen çöp yığınları çevreliyordu gençleri. On dakika kadar yürüdükten sonra bir kitapçı görünüyordu boş bakan gözlerime. İçerisi bayağı kalabalık gözüküyordu. İçeriye bir göz atmak istiyordum. Kapıya doğru ilerlerken, içerden ellerinde kitap falan olmayan fakat telefonundan gözünü ayırmayan bir delikanlı çıkıp, çarpıyordu omzuma. Parası yok diye düşünüyordum. Keşke öyle olsaydı. İçeri girdiğimde o kalabalık, daha da boş daha da amaçsız ve daha da utanç verici görünüyordu gözlerime. O kitaplarla dolu sandığım kitapevinin diğer yarısında boş beyinlerin doldurduğu masa ve sandalyeler kaplıyordu o güzelim kitapların yerini. Artık nasıl bir marifetse, kapağı kapalı kitabı masanın üzerine bırakmış, yanına da kahve fincanını koymuş fotoğraf çekiyorlardı o saçma insanlar. Bazıları gülünçlükleri fazla belli olmasın diye, bütün dikkati elindeki telefonda, arada bir kitaba göz atar gibi görünüyorlardı. İğrenerek çıkıyordum sevinerek girdiğim kitapçıdan. Hızla uzaklaşıyordum o bilgisizlik ve bilinçsizlik deposundan. İleriden bir klarnet sesi yükseliyordu yanık yanık. Hatırladığım kadarıyla, ahmet kayanın unutamam parçasını seslendirmeye çalışıyordu. Yaklaşıyordum sesin yükseldiği yere. Yaklaştıkça daha bir tiz geliyordu klarnetin sesi. Orta yaşlarda bir adam, ciğerlerini patlatırcasına üflüyordu klarnete. Elindeki müzik aletinin kılıfını açmış, para kazanmaya çalışıyordu yaptığının müzik olduğunu sanarak. Ve bunun gibi daha nicesinin müzik aletinden çıkan sesler, bir tokat gibi çarpıyordu asfalta, binaların duvarlarına, oraya buraya ve çığlık gibi yankılanıp, dağılıyordu beton yığını kente. Boş şehrin boş insanlarıyla doluyordu bu cadde. Her saat, her dakika her saniye, hatta her salise bir kişi daha çoğalıyorlardı. Neresi mu burası? Burası benim gözümdeki istiklal caddesi.