Günümüzde fiziksel olarak İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi olmasa da halen, etnik kimlikler veya iktidar yönetiminin düşüncelerine aykırı olan düşünceler yüzünden, psikolojik olarak zarar görüp ayrıştırılan insan toplulukları mevcuttur. Bu topluluklar, totaliter yönetimlerin bir özelliği olarak “tek tip” birey yaratma ilkesine ters düşmeleri nedeniyle, dışlanmaya maruz bırakılıp ötekileştirilmeye çalışılırlar. Bu da o insanların kendilerinin göremediği ama etraflarını çepeçevre kuşatan bir getto oluşumunun içerisine konumlandırır.
Ancak baskı uygulayan çoğunluğun yerine azınlıkların gelmesiyle de benzer bir baskı kurma eğilimi gerçekleşebilmektedir. Böylece durum, bir öç alma niteliği göstermektedir. Ezilen, fırsatını bulduğunda aynı zalimliği gösterebilecek potansiyele sahiptir ve zamanı geldiğinde azınlık da çoğunluğa dönüşüp kendinden olmayanları susturmaya, yok etmeye çalışacaktır.
“Güçsüzlerin, sakatların, zarar görerek yıkılmışlarsa, kendilerine saygılarını onarmak için başvurabilecekleri bir tek yol vardır; göze göz dişe diş kuralına göre öç almak. Yaratıcı biçimde yaşayan bir insan, hiç de böyle bir gereksinme duymaz. Aşağılanmış, incinmiş olsa bile üretici yaşama süreci ona geçmişte gördüğü zararları unutturur. Üretme yeteneği, öç alma isteğine ağır basar.”* Dolayısıyla, eğer insanlar yaratıcı bir uğraş içinde olmayıp, öç almaya odaklanırlarsa, bu bir kısırdöngüden başka bir şey yaratmayacaktır. Bu durum da yalnızca“İnsanın insanı sömürdüğü, insanı yabancılaştıran koşulların değişmesinden sonra tüm baskı ve şiddet son bulacaktır.”**Düşüncesiyle aşılabilir.
İnsanlar, kimliklerini var edebilmek istiyorlarsa kültürlerini de devam ettirmeleri gerekir. Faşizm gibi ayrıştırıcı ve baskıcı bir düşünce yapısına karşı kimliklerin savunulması, faşizmin uyguladığı türden bir karşı koymayla çözümlenemez. Çünkü günümüzde, bizim de içinde bulunduğumuz ülkedeki faşist yapı, soyut getto duvarları ile halkların etrafını çevrelemiş ve bireyleri ayrıştırmıştır. Bu duvarların içerisinde benzer düşüncelere sahip olduğunu düşünen insanlar, ilerleyen dönemlerde en yakınlarındakinin bile nasıl bir fikri değişim içine girdiğini görebileceklerdir. Dolayısıyla agresif bir karşı duruş hem aynı tarafta olunan kişilerden alınabilecek desteği azaltacak hem de görünmez duvarların kalkmasında bir fayda sağlamayacaktır.
Taşla, sopayla, silahlarla direnmek yerine; akılla ve sağduyuyla direnilmesi gerekir. Bu direniş ise en iyi sanatla gerçekleştirilebilir. Farklılıkların bir araya gelip bir bütün oluşturabilmesi sanata özgü bir özelliktir. İçinde yaşadığımız çağda da sağlam bir birliktelik sanat ile sağlanmalıdır. Mizah ve hiciv, faşizmin baskıyla, şiddetle asla durduramayacağı silahlardır. Günümüzde de çevremize örülmüş görünmez duvarlar ancak ve ancak bu şekilde delinerek özgürlüğe kavuşulabilir.
Siyasal sistemler her zaman için geçici ve değişicidir. Fakat insanların yaşamlarını sürdürme çabası her daim kalıcıdır. İnsanlar, etnik kimlik veya sahip olduğu görüşler yüzünden sürekli olarak ayrıştırılmaya maruz bırakılacaklardır. Önemli olan bir arada ve barış içinde yaşayabilmektir. İnsanlar çok kötü şartlar altında yaşamaya devam etseler de, bu onların kaderi değildir. Sanat, “ … Kişiyi sonsuz yok olmaktan ve yok olma isteğinden kurtarır. Değişen şeylerin arkasında, değişmeyen kalan bir şeyin var olduğunu anımsatır. […] Sanat, insanı her türlü kadercilikten korur. Yaşam, insanı sanat yoluyla yok olmaktan korumakla da kendini korumuş olur.”*** Bu koruyuş ise tek başına ve kendiliğindenci bir biçimde gerçekleşemez. İnsana ait her bir özellik sanatta yer bulur ve bir bütünlük içerisinde kendisini ortaya koyar. Bu da karşı çıkışın, direnmenin ve özgürce; birlik-beraberlikle, duvarlar olmadan yaşayabilme koşulunun temelini oluşturur.
* Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2010, sf. 35
** A.g.y sf.32
*** İoanna Kuçuradi, Sanata Felsefeyle Bakmak, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2009, sf. 31