I
Birbirine sarılmış iki sevdalıyı anımsatan kirpikler, tüm düş gücünün kanıksanamaz yavaşlığıyla güneşin can acıtan ışıklarına yenilerek birbirinden ayrıldı. Saman renginin kumsal boyunca egemenlik kurduğu uçsuz bucaksız çayırlar, rüzgârın da biraz iteklemesiyle tutkulu bir dansa girişmişlerdi. İçlerinde en ateşli yansımalar, sarı tonların arasında iyice gözde irileşen kan tadında gelinciklerdi, basit çayırlara nazaran çok daha temkinli hareketlerle ağırbaşlılıklarını korumaktaydılar o an.
Vücudunu zorlanarak yüzüstü konuma getirdiğinde, yerçekimi çok daha kendisini hissettirmişti.
“Montana koyunun yeli bildiğiniz esintilere benzemez Sofia, şimdide saçlarını kıskanmış olmalı. Baksana nerdeyse tokanı kopartacak”
Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz rüzgâr daha bir güçlü esip Sofia’nın tokasını mendireğin köpüren sularına savurdu. Eugenio, çabuklukla kollarını ileriye savurdu değerli peşkirleri kurtarma girişimi başarısız olacaktı. Oysa tüm bu uçuşan renkli parçalar gökyüzünde tomurcuğumsu bir görüntüye bürünüp uzaktan onları izleyen kâhya ve yardımcıları büyülemişti.
Çatılmış kaşlar geri dönme vaktinin habercisiydi, ayağa kalkınca rüzgârın eteklerini havalandırmaması için hazır ol konumunda beklemişti, ancak bir esinti gelmedi. Uçuk pembe elbisesini hayranlıkla seyreden Sofia yerinden kımıldamamıştı. Onun yerine izleyicilere el sallayacaktı, bu onları yanlarına çağıran bir pekiştireci var kıldı, koyun rüzgârı günün kazananı olup, iki güzel kadını kovmayı becermişti.
“Cadı kadın, şimdi ona koyda rakip olabilecek kimse kalmadı işte.” Sevimli kızıl kaşlarını çatarak konuşuyordu.
“Sen neyden bahsediyorsun, amma da yaptın ha Sofia, acele et de uçmadan buradan kurtulalım.”
“Donna Eugenio, yoksa siz koyun hikâyesini bilmiyor musunuz? Oysa zavallı annem bana her gece anlatırdı, küçükken nefret ederdim bu hikâyeden.” Ayağa kalkmaya çalıştı bu sözcükler ağzına tıkılmasın diye rüzgâra doğru sesini yükselterek. “Ne diyordum? Evet, size yolda anlatacağım, şaşkınlıktan küçük dilinizi yutacaksınız. Mösyö bu taraftan, mauvais majordome, olamaz” onlara doğru gelenlere çubuğu andıran kollarını salladı.
Batmakta olan güneşi, çılgın yelleriyle denizi köpürten koyu ve havanın boğucu bir hal almasıyla ortaya çıkan sinekleri arkalarında bırakarak arabaya bindiler. Yol boyunca kardeşi Sofia’nın anlattıklarına dikkatini zorla veriyordu, gözleri istemsizce perdeleri sonuna kadar açılmış camdan dışarıya ormana kayıyordu. Birden Ağaca Tüneyen Baron romanını hatırlayıp, karaya bir daha ayak basmama yemini etse ne çok komik olacağını düşündü, bu elbiseyle.
“…Öyle olmalı ki general boşuna böyle bir şey yapmamıştır. Askerlerimiz cana susamış açgözlü adamlar değiller ne de olsa kuzucum. O kadın kim bilir o genç adamla ne işler karıştırdı da başına böyle bir bela aldı. Yaşadığı için Tanrıya dua etmeyi aklından çıkarmasa akıllılık eder değil mi Donna?” Sofia ona adını söyleyene kadar bir kelimesini bile bilmediği bu olay ardı arkası kesilmez dedikodularla tüm şehre yayılmıştı. Ardından yapmacık bir korku ifadesiyle gözlerini sıkıca yumarak istavroz çıkardı defalarca.
Araba, çimenli kuru topraktan çakıllı yola doğru konumunu değiştirince iki kadında çöreklendikleri rahat koltuklardan zıplayarak ayrıldılar. Konağın bahçesine girdiği anda arabadan “Sonunda” diyerek fırladı, kimsenin kapıyı açmasını beklemeyerek.
Donna Eugenio Messina göreceli sarayına geri dönmüştü. İçerinin bunaltıcı havasını anında dağıtmak üzere alışkın olmayanı bayıltabilecek orman havasından derin bir nefes çekti.
Evin içinden bir yerden yüksek bir ses işitildi. “Hazırlıklar başlasın, efendimiz geri döndü.”