On iki yaşındaydım ve on yedi yaşında öleceğimi düşünüyordum. Çoğu kimse kendine uzun bir ömür pay biçse de benim doğduğum topraklarda çoğu çocuk onyedisini geçemiyordu. Dünyanın çeşitli yerlerinde öldürmeye ilk çocuklardan başlıyorlar sonrada altmışına basmış bir adam çıkıp küçücük çocuk için bilmem ne örgütü için bilmem ne hizmeti vermiş diyordu. Kendi kaç yaşında olduğunun farkında değil gibi konuşuyor ve çocuğun yaşaması gereken bir hayat olduğunu akıl dahi edemiyordu. Çünkü kendisi altmış yaşındaydı ve ölmeye hiç niyeti yoktu. Neyse!
Doğduğum toprakların sınırı ilk ne zaman çizildi iyi bilirim. Dünya üzerinde bu sınırları ilk kim çizdi hiç bilmiyorum. Bu konuda düşünmek istemedim. Son gittiğim terapide; ”Eğer küfretmek istemiyorsan küfür edeceğini tahmin edeceğin konulardan uzak dur. O konuları düşünmemeye çalış.” demişti eli yüzü boyalı kadın. Düşündükçe, ”Ne büyük haksızlık ama bilmem kaç metrekare kara parçasında bir yere düşüyorsun ve seni bir sınıfa bir kimliğe giydirmeye çalışıyorlar sonrada sana giydirdikleri bu kılıf yüzünden öldürüyorlar seni! Kim çıkardı ulan bunu?!” diyor küfretmemek için zor tutuyordum kendimi. İnsanlar daha kendi sınırlarını aşamadan birden başka sınırlar koyuluveriyordu önlerine. İşin garip tarafı ise insanların bu sınırlara karşı çıkması gerekirken aksine deli gibi bunları savunmasıydı. Düşünmeyeceğim derken küfre kadar varıyordu sonum. Tüm bunları aklımdan geçirirken evet on iki yaşındaydım. Bugün dilden dile dolaşan ”Yeni Dünya” benim gözümde böyle bir şeydi.
Şimdi yirmi yaşıma bastım. On yedi sınırını aşıp ölümsüzlüğümü ilan ettim ülkemde. Dedem yetmiş beş, babaannem yetmiş altı yaşındalar. Aynı topraklarda doğduk. Onlar bu kadar ölümün içerisinden sıyrılmış birer kahramanlar gözümde. İlk kez kendi kendime karar vermeye başladığımdan beri yanlarındayım. Anlattıklarına göre dört yaşımda almışlar beni yanlarına. Annem ve babam nerede sorusunu ilk kez yedi yaşımda sordum onlara. Bazı sorular büyük sorunlara sebep olabiliyor insanın hayatında. Bu soruyu sormak benim aklıma gelmemişti henüz. Sınıfta bir çocuk vardı. Sınıfa öğretmen gelmeden son giren kişiydi. İlk onun için kalkardık ayağa. O çocuk düşürmüştü bu soruyu aklıma. Okula ilk gittiğim gün sınıfa ayakkabımı çıkarıp girmiştim. Eğitimi o kadar temiz bir şey olarak hayal ettim ki ayakkabımla basmamalıyım diye düşündüm. İlk o zaman tanışmıştım bu çocukla. Mikail’di ismi. Miko diyordu yakın arkadaşları. Diğerleri ise pek bir şey diyemezdi. Ayakkabımı çıkarınca gülmüş sonrada yanındaki çocuğa bağırarak ”Eğlencemi buldum ben.” demişti.
Beş yıl aynı sınıfta okumuştuk. Başlarda pek eğlendiği söylenemezdi. ”Konuşsana be oğlum. İki çift lafta sen etsene!” derdi. Memnun değildi fakat yanından ayırmazdı beni. Çünkü onun otoritesini sarsacak bir liderlik kabiliyeti yoktu bende. Bu yüzden herkesin en yakın arkadaşı olmuşumdur fakat hiç yakın arkadaşım olmamıştır benim. Konuşmazdım fazla. Sadece dinler ve söyleneni yapardım.
Bir gün yine Miko’yla otururken babasının yine dövdüğünü anlatmış onu öldürmek istediğini söylemişti. Tabi ki bunu yapamayacağını ikimizde biliyorduk. Çünkü benim düştüğüm bu kara parçasında çocuklar öldürmeyecek kadar iyiyken acımadan öldürülür çoğu. Çok oralı olmadım o an. Acaba dedem beni dövse bende onu öldürebilir miyim diye düşünmüştüm. Sonra neden baba değilde dede sorusu geldi aklıma. İlk o gün sordum dedeme bu soruyu. ”Benim babam nerede?!” Kendi sesimi hatırladıkça üşürüm hala.
Bazı soruların gerçekten büyük sorunlara neden olduğunu o zaman anladım işte. Sakin, kendi halindeki hayatım alt üst olmuştu. Altının üstünden bundan kötü olabileceğini tahmin etmiyordum. O gün dedemi ilk kez ağlarken görmüştüm. Dünyanın sonu gibi gelmişti bana. İlk kez bir ikizim olduğunu öğrenmiştim. On yedi yaşında ölen bir ablam olduğunu öğrenmiştim. Annemin sarışın bir kadın olduğunu, kaşlarımı ve burnumu babamdan aldığımı öğrenmiştim. Peki ne olmuştu onlara? Dedem bir yandan ağlıyor diğer yandan anlatıyordu. Dört yaşıma yeni girdiğim zamanlarmış. Babamın çok yakın bir arkadaşı evleniyormuş. Ailecek düğünü davet edilmişiz. Gelin görün ki ben hastayım. Daha konuşmayı yeni öğrenmiş bir çocukken ilk kararımı o gün vermişim ben ”Gitmeyeceğim, hastayım!” demişim, beni dedemlere bırakıp düğüne gitmişler. Babam, annem, ablam ve ikizim. Bir daha da dönmemişler. Babam kötü bir şoförmüş. Kazadan kurtulan olmamış. Babam, ablam ve ikizim kazanın yaşandığı yerde ölmüşler. Annemse bir kaç saat daha dayanabilmiş. Her kelimede gözüm biraz daha kararıyordu. İnanır mısınız şu an bile kararıyor?! Neyse.
O günden sonra arkadaş ortamlarının vazgeçilmez yancısı ben istifamı basıp tek kişilik örgütümü kurdum. Kimseyle konuşmuyor, dersleri dinlemiyordum. Vazgeçmediğim tek şey o içinden fıkralar çıkan sakızı düzenli olarak çiğniyor, ağzımdan yere doğru bırakıp ayağımla sektirmeye çalışıyordum. Rekorum altıydı bir keresinde yediye çok yaklaşmıştım halbuki. Yeni rekor denemeleri yapmaya devam ediyordum. Dedem ve babaannem ilk zamanlar üzerime çok düşseler de her şey yolundaymış izlenimi verip kurtulmayı başarıyordum. Çoğu zaman o yaşlı adam üçüncü kattan tamı tamına altmış sekiz basamak inip beni zorla eve götürmeye çalışırken şimdi dışarı gerekmedikçe adım atmıyordum. Yaptığım tek şey yaşadıklarımı düşünmekti. İçinden çıkamadığım düşüncelerle boğuşuyordum. Neden ben kalmıştım?! Neden ikizim değil de ben hastaydım?! Hiçbir zaman cevap veremedim bu sorulara. Babaannem; ”Hayırlısı böyleymiş. Allah’ım seni bize bağışladı.” der ardından ağlamaya başlardı.
İlk başlarda evden çıkmazken artık eve girmiyordum. Tek başıma gezmek bir lüks olmuştu benim için. Mahalle o kadar kalabalıkken tek başına gezebilmenin ayrıcalığını taşıyordum. Bütün yancısı olduğum arkadaşlarım bir bir küstüler bana. Sadece Miko ne olursa olsun selam vermekten vazgeçmiyordu. Israrla konuşmaya çalışıyor, babasının yediği haltları anlatıyordu. Uzun bir süre kaçsamda artık bende cevaplar vermeye başladım. Artık ikimizde aynıydık. O babasından sürekli tokat yerken ben daha dört yaşındayken bütün ailemden tokat yemiştim. Bazen kaçıp gitmeyi düşünüyorduk. Sınırlarımızı aşmamız gerektiğini söylüyorduk. O zamanlar sınırlarını aşanın sınırlarını bir daha koruyamadığını bilmiyorduk. Daha sık vakit geçirmeye, hayaller kurmaya başladık. Aşacaktık sınırları. Çoğu zaman öğretmenden sonra giriyorduk sınıfa. Bir anda herkes şikayetçi olmaya başladı bizden. Günler hızla akıp geçiyor biz okulun bahçesinde oturduğumuz ağacın dibinde hayallerimize bir yenisini daha ekliyorduk. İşte ilk kez orada yazmaya başladım ben. Miko ablasının evleneceğini anlatıyordu. Ablam aklıma gelmişti yaşasaydı oda evlenecekti. Onyedi yaşında ölmüştü. Hemde bir trafik magandası yüzünden. Çınar ağacına dönüp; ”Onyedi yaşında öleceğim!” yazmıştım. Sonra sık sık yazmaya başladım ağacın gövdesine. Miko şunu da yaparız diyordu. Yaparız tabi diyor yazıyordum ağacın gövdesine.
Dersten çıkmış eve gidiyorduk. Altında oturduğumuz hayallerimizi gövdesine yazdığımız çınar ağacını kesiyorlardı. İlk kez o zaman karşı durduk bir şeylere kesemezsiniz dedik. Dinletemedik. Kestiler. Belki de o ağaç işlenip kağıt olarak geldi her defasında karşıma. Kaç gün üzüldük o ağaç için bilmiyorum. Artık Miko’da yazmaya başlamıştı. Sık sık yazdıklarımızı birbirimize okuyor gitmediğimiz görmediğimiz memleketleri betimliyorduk. ”Kesin bu ülkede şu isimli bir cadde vardır. Sonra şurasına da bir heykel koymuşlardır.” Birbirimizden kopamaz olduk. Okulun ilk günü; ”Eğlencemi buldum ben.” derken haklı olduğunu gördük. Eğleniyorduk. Dedem ve babaannem ”O çocukla gezmeyeceksin!” diyorlardı. Dinlemiyordum.
Birgün yine okula gitmedik. Sinemaya gideceğiz dedik. O güne kadar hiç akıl edememiştik gitmeyi. Gerekli filmlerin cdlerini alıyor evde izliyorduk. Cebimizdeki bütün parayı döküp sinema biletlerine vereceğimiz kısmı ayırdık kalanıyla da paket sigara aldık. Artık onyedi yaşındaydık ve ölümsüzlüğümüzü ilan etmemize buralardan kaçıp gitmemize az kalmıştı. Sinemanın önüne vardık. Markete gitmesi gerektiğini çakmak almadığını söyleyip geri dönmüştü. Yağmur o kadar hızlıydı ki altına saklandığım demir saçak resmen inliyordu. Sinemanın önüne çıkıp sigarasını yakan gişe görevlisinden ateş aldım. Sigara yaktım. İlk nefes küçüktü. ”Öhööö.” Sonra ikinci nefesi aldım. ”Öhhhööö öhhööö.” Sonra üçüncü ve dördüncüsü… Öksürmeyi kesmiştim. Başım dönüyor yağmurun sesi kulaklarımı deliyordu. Miko hala gelmemişti. Bir kadının elinde poşetlerle bana doğru yanaştığını farkettim. Babaannemdi. Hemen attım sigarayı. Görmüştü. Hayatımda bu kadar utandığımı hatırlamıyorum.
”Okulda olman gerekmiyor mu?” dedi.
”Sinemaya geldik. Öğretmen yoktu.” dedim.
İlk yalanım değildi. Fakat poşetlerin içinde uzun zamandır istediğim ajanda ve kalemin olduğunu gördüm. Benim için almıştı. Bense ona yalan söylüyordum. Bugün inanır mısınız hala utanırım?!
Kalemi ve ajandayı poşetten çıkarıp. ”Hemen geleceğim beni bekle Miko.” yazıp gişedeki görevliye verdim. Miko’yu tarif ettim ve geldiğinde bu kağıdı vermesini rica ettim. Sonra koşup poşetleri alıp eve kadar babaanneme yardım edecektim. Bu kötü tesadüften ve büyük utançtan sonra Miko’ya on sekizi beklemeyelim hemen kaçalım artık diyecektim. Cadde karışıktı. Polis ve vatandaş birbirine girmişti. Uzun zamandır eze eze susturulmaya çalışılan radikal bir grup artık susmayacağını tüm dünyaya haykırıyordu.
Babaannem kendinden önce beni siper ediyordu. Giderek daha çok buralardan gitmem gerektiğini düşünüyordum. Ambulans sesleri, çığlıklar, küfürler kulağıma kadar geliyordu. Eve poşetleri bırakır bırakmaz sinemaya koştum. Cadde durulmuştu. Ambulansın siren sesleri kesilmiş halk dağılmıştı. Polisler gitmeye hazırlanıyordu. İki polisin ”Mikailmiş ismi. Arka mahallelerden birinde oturuyormuş. Yazık!” diyordu. ”Ne diyorsun sen be!” diye koştuğumu hatırlıyorum. Sonra gözümü evde açtım. Miko yoktu. Beni dünyada anlayan tek insan o karışıklığın arasında kim tarafından ateş aldığı bilmeyen bir silah tarafından öldürülmüştü. Üzerinde ayak izleri olduğunu duymuştum sonraları. Bilmem ne örgütündenmiş diyenler çıkmıştı.
Miko on yedi yaşındaydı ve sinemaya ilk kez gidecekti. O gün ilk kez sigara içecekti. Bugün yaşasaydı belki de burada şu an oturduğum pencerenin önünde olmayacaktım. Eğer o gün o notumu alabilseydi. Gidecektik buralardan! Bugün hala gittiğim her sinemadaki gişe görevlisinin eline; ”Beni bekle hemen geleceğim Miko!” yazan kağıt parçasını tutuşturur uzaklaşırım oradan. Ağlayarak.
Benim doğduğum topraklar da çocuklar daha bir kıza şiir bile okuyamadan ölüyor!