İşte buradayım. Koşuyordum, şimdi durdum.
Bu kez geç kalışlarım dağınık gündemimin zirvesinden uzak. Üstelik yetişmek zorunda olduğum bir gemi de yok limanımda. Kendimi tek nefeste çıktığım yokuşlarıyla varlığına inandırdığım, eski bi’ yere hızlanıyor adımlarım. Belki de kaçıyorum. Arkama bile baktırmayacak, amansız bir hastalık gibi hücrelerimden yakalayan bu sızıdan kaçıyorum.
Gecenin sabaha kavuştuğu zamanlarda aslında hiç durmadığım düşüncesine kapılıyorum.
-Neredeyim ben?
-Ait olduğum bir zaman yok.
-Günü birliğim.
-Evim yok
-Adresim yok.
Çoğu zaman kayboluyorum. Ne bir rotam, ne de yolun düzlüğe çıktığı yerdeki limon ağacının güneyde kaldığını anlatacak bir pusulam var. Kuzeyde olmadığını dahi bildiğimden emin olamıyorum. Gölgesinde nefes alabileceksem, varsın kuzeyde olsun. Olsun elbet de, ağaçların yönü rüzgarın sana nasıl davranacağını haber verir. Güneyden eserse hırçın olur dokunuşu.
-İstemez mi bir nefeslik ara vermeyi?
-Durup dinlenmeye vakti olmayanın yollarda işi ne?
Kuzeyse aksine saçlarının arasından kirpiklerine doğru sever seni.
-Sevgi midir rüzgar,bu zıtlık aşktan mıdır?
Kuzeyiyle nefes aldığım rüzgarın güneyiyle ayaklanıyorum bu kez. Yollar uzanıyor gözlerimde.
– Gidecek miydim sahiden?
– Gideceğim elbet, ben dört duvarın bir ev etmediği yere koşuyorum!
Beni aitliğin can alıcı çizgilerine yakıştıramayan bir şeyler var buralarda. Belli belirsiz hatırladığım çizgilerin kırmızılığı canımı sıkıyor. Doğduğu sabah ayrı ayrı yok oluyor sınır ardında kalanlar.
-Sınır!
Sebep olduğu şey tam olarak buydu.
-Ardında kalanlardan biri de ben miydim?
-Canları cehenneme!
Ben sınırların keskinliğinin can kanatmadığı eski bi’ yer arıyorum. Bir de koşulların yancılarından kaçıyorum. Tosladığımız her koşul bir mecburiyete daha imza atıyor kağıttan hayatlarımıza.
-Kaçın! Yüreğinizin orta yerine ağırlığını büyütmeyin hiçbir koşulun.
Bir kere eski bi’ yere yolculuğa çıktıysanız, yollar sizi olmayı düşlediğiniz yere götürüyordur. Sizin koyduğunuz ve siz dahil kimsenin umursamayacağı kurallar çürüteceğiniz bir yere, eski bi’ yere…
-Çürüsün dursun hepsi, tek kural yaşamak değil midir?
-Belki de değildir, sorun.
Geçtiğim sokaklarda cevaplı cevapsız sorular katıyorum yolculuğuma. Eksik kalan her cevap, tamamlanmayı bekleyen yarımlarıma yaklaştırıyor beni. Tanıdık bir şeylere ilişiyor kimi zaman gözlerim. Eski bi’ şeylere. Karşıma çıkan her insanda, her şeyde bir parçamı unutmuş gibiyim. Sokağın başındaki evin balkonunda duran eski avizede unutmuşum uçurumlardan sallanması pahasına inandığım her şeyi. Tüm içtenliğiyle oynadığı oyunu ve en sevdiği topuyla umutlarımı sallandırmıştı o küçük çocuk. Biraz daha ilerledikten sonra mavisini gündüzde bırakmış gece kadar koyu, bir o kadar ay ışığına bürünmüş olan göle rastlıyorum. Görüntüye dökemediğim tanıdık bir şeyler dolaşıyor yeniden zihnimde. Yaklaşırken tahta taburelerden hangisini seçeceğimi tahmin etmek nedense zor olmuyor. İç sesim dışıma kaçmış! Ne diyorum?
-Kıyıdaki çay bahçesinde çaylar hep demli olur.
– Bir tane daha içerim!
-Demini almamış huzurlu hallerim canlanıyor üç şekerli çayımda. Nasıl içmem?
-Ah! Çay kaşığının bardakla düetinden başka hiçbir ses yok hayatımda.
-Son yudum olsun bu.
-Gitme vakti midir?
Varlığımla münakaşalar edeceğim eski bi’ yere gidiyorum dostlar. Orada tahammülsüz gürültüler yaratıp sabahı bekleyeceğim. Kim bilir, belki iki şekerli de içebilirim çayımı. Fesleğenlerimi de unutmam, alırım yanıma muhakkak. Portakallardan daha güzel koktuklarına inanıyorum.
Tepetaklak bir yolculuk olacak bu. Yolun sonunda, kuzeyde bir limon ağacının gölgesini ev edinmiş olurum belki. Sizinle sabahın altısında, eski bi’ yerlerde buluşalım.
İşte buradayım. Duruyordum, şimdi koşuyorum.