FAZLACA HAYATA MARUZ KALMIŞLARA
Hayat; tek nefeste, iki hecede söylenir. Derin bir “ah” çekerek fasıl mühürlenir. Varsa çay yudumlanır, sigara harlanır, gün geceye döner.
Hayat derken parantez içerisinde maruz kaldıklarımızdan söz ederiz: Bir mezarlıkta kalmış çocukluk anısı, bir ara sokakta kırılmış bir kalp(kime göre?), ona buna dağıttığımız güven denen, bankadan kredi çekerek tekrar tedarik etmesi mümkün olmayan bakiye ve nihayet tanıdık bir ses: “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler!”
Binlerce, hayat nedir, sorusu; ondan daha fazla hayat tanımı bulabilirsin. Ben fiziğe güvenip diyorum ki, bir maddenin varoluşu onun uzayda yer kaplamasına bağlıdır. Sulugöz mersiyelere, çokça melankoliye gerek yok. Uzayda yer işgal ediyoruz ve en kötüsü bunun farkındayız, işte asıl felaket burada başlıyor. Ben diyeyim ‘nefs’, sen de ‘bireyin bilmem ne olduğundan bilmem ne olması’. Fark eder mi? Durmadan hayatımızda savunucusu olduğumuz bireysel ideolojimiz/mottomuz şudur: “Bakar mısınız, ben yaşıyorum: Fikirlerim, duygularım, ‘olur’larım, ‘olmaz’larım var. Uzayda yer işgal ediyorum yani.” Bu ideoloji pek karşılık bulmaz. İşte o noktada hayat başlar, maruz kalmakla beraber… Çünkü yeri gelir fikrimiz, yeri gelir cismimiz bir şekilde kaale alınmaz. Kan revan içinde perişanızdır, gel gör hayat akar; insanlar gülüşmeli kahve sohbetleri için sözleşir, bir komedi filmi seni umursamadan çekilmeye devam etmektedir. Ah uzayda yer kaplıyor olmanın kahredici çilesi! Oysa çocukluk denen meret öyle midir? Ademoğlu/kızı inanmış, tasdik etmiştir: Merkez de eksen de hiç şüphesiz odur. Ona ilgi gösterilir, o ağlayınca dünya(çocukluk için kısıtlı olandan bahsediyorum) durur. Bu yüzden bakar da bakarız o günlere, ama Peter Pan değiliz ve ben şu an bu satırları yazıyorum.
İçimizdeki çocuk(kaç yaşına geldi kartlaştı artık) ölmemiştir ya, o yüzden tüm sorunlar bizi alt etmek, kan revan etmek için yeminli gibi davranırız. Başrolde biz varız hala, uzayda yer kapladığımızın farkındayız, ama kaç arşın olduğunu henüz ölçemedik. Oysa hakikat öyle değildir, işleyen düzende bir sorun yoktur, ona “sorun” diyen bizizdir; yoksa bir insanın ölmesi, kalbin kırılması, elde edilen mülkün viran olması bir kaidedir. Sanırım hala anlamadın, baksana, gün geceye döner, gece de güne. Hatta şöyle acımadan sorsam sana: Kurdu kuzuyu yiyor diye haksız bulabilir misin veya kuzuyu kurt yiyor diye masum?
Gözü yaşlı mersiye midir hayat, yoksa matematiğe göz kırpan bir sistem mi? Hayatın bir sistem içinde belli bir sonuca aktığına inanmıyorsan okumayı şimdi bırak. Çünkü senin için vakit kaybı anlamına gelebilir. Yok eğer, hayatın sistematiği olan kadere inanıyorsan ısınma turu bitti, başlıyoruz.
Az buçuk siyasetten tarihten anlayan kahve tayfasından abilerimiz, bir gerçeği buz gibi önümüze koyar: “Tarih tekerrür eder.” Ki doğrudur, tarih tekerrür eder. Peki, gelişi güzel ilerlemekte olan bir şey, nasıl durmadan tekrar edebilir? İnsanoğlu bin sene önce düşülen hatalara nasıl olur da bunca bilimsel gelişmeye rağmen, şekilleri değişmekle beraber, düşer? Bilmem kaç bin sene önce birinin ettiği hikmetli bir söz, nasıl hala kabul edilebilir? Milattan önce üç bin yılındaki aşık oluşla, şimdiki neden değişmiyor? Şairler neden hala mısra sırtında geziyor? İnsan gelişmiyor mu?
Bak bana üstat, gelişi güzel olan farklı varyasyon ortaya koyar, tekrar etmez. Tekrar etmek sistemlere özgü bir durumdur. Biz buna “kader” diyoruz. İşte “hayat” kelimesini havada bırakınca ona maruz kalıyorsun, ama onun sistematiğini fark ettiğin zaman idrak ediyorsun. Meselenin özü bu. Tüm büyük buhranlar, manevi kaybolmuşluklar, cevapsız kalmalar hayata maruz kalmaktan oluyor. Peki, sistematiği çözmüş olan üzülmez mi? Üzülür, ama bir sistemin parçası olduğunu bilecek, onda hak iddia etmeyecek, uzayda kapladığı iki karışlık yer için kişilik savaşları meydana çıkarmayacak bir hale bürünür. Peki, kadere inanan pişman olmaz mı? Emin ol, inanmayandan daha pişman olur. Çünkü sisteme inanmayan o pişman olduklarını geri getirmek için yersiz bir çaba içinde heba olur, sisteme inanansa pişman olunanın geri gelse de aynı olmayacağının farkındadır. İnsan fazla yükleri atarak eksilir, bilmediklerini öğrenerek çoğalır. Çünkü kader, insanın uzayda kapladığı yerin pek de matah olmadığını çok güzel anlatır. Anlamayan kalmaz, o kadar diyorum sana.
Maruz kalmakta nesne, bireydir; haksızlığa uğrayan, aldatılan.. Oysa idrak edişte birey sözde öznedir. Onun başına gelmiş olay ne ilk ne sondur. Tekrar edeceğini bilir. Tekrar edeceğini bildiği için olayı dramatize etmeden öğrenir. Yaptığı yanlışı mı öğrenir, yoksa doğruyu mu, onu da sen düşün artık.
Bitirmeden: Şu cümlemi unutma: Hayata maruz kalanlar, ölmeden hemen önce nasıl yaşaması gerektiğini anlayanlardır. Rousseau şu an bana göz kırptı. Geceni zehir edecek soruyu sormadan da gitmeyeyim: Eğer insan uzayda işgal ettiği yerin farkında olmasaydı ne olurdu?
Ben diyeyim “nefs”, sen de “bireyin bilmem hangi zıkkımının ekşimesi”.