Kaşları çatılmaktan, derin iç çekişlerinin sayısının artmasından, kalbindeki aklındaki enkazdan çok yorulmuştu. Nefes alıp verebilen bir cesetten farksızdı. Midesine her dakika balyoz iniyor da artık hissetmiyor gibiydi. Aklı bir yıldız bulutu, fikri bir kasırga, bakışlarından son nefeslerini veren bir ceylanın çaresizliği… Yorgunluk. Belki de en uygun kelimeydi yorgunluk. Yorgunluk kelimesi şuan çevresindekilere diyordu ki “bakın benim anlamım bu adamın şu halidir”.
Kendi de farkındaydı ve elinden hiçbir şey gelmiyordu. En komiği buydu. Çaresizlik çukuruna atılmış ve çukurun etrafına düşman kalesi inşa edilmiş gibi. Bu kalenin askerleriyse bir dosttu, kendisi. Anlatmazdı, aklından geçenleri kendine bile söylemekten çekinirdi. Böyleydi. Daralırdı, daralırdı, daralırdı ve çok daralırdı. Ama daralıp ölen bir insan yoktu ve kendisi de ilk olamayacağını fark etmişti. Kimseye konuşmak istemez, tek başına kalmak ister ve bu tutarsız adam öyle bir adamdı ki kendinden de kaçmak isterdi. Bir fırsatım olsa uzak memleketlere gitsem, taşınsam, uzaklaşsam derdi ama bilmezdi ki en büyük korkusu, düşmanı, hayatının zindan olmasının en önemli etkeni kendisiyle gelecekti. Zaten bir fırsatı olmasına rağmen uzaklaşmazdıda. Böyleydi işte, bir garib adamdı.
Bu adamın bir kurtuluş yolu yok muydu ahali? Hangi denizin bir sonu yoktu? Hangi gece güne kavuşmuyordu? Konuşsanıza ahali! Neydi bu yolun sonu. Mezar bir kurtuluş muydu? Çok yıpranan yok muydu aranızda ahali? Ne oldu sonra ahali! Bir yardım eli çıkmayacak mı bu garibe. Her ne kadar uzatılan elleri geri çevirsede, o tarafa bakmayıp göz kaçırsada… Boğuluyordu be ahali. Ama boğulan adam çırpınmaz mıydı? Kim boğulurken çırpınmaksızın dibe dalardı? Kim geri dönüşü olmadığını bildiği halde ölüme koşardı. Yoksa bu garib boğulmayacağını mı bilirdi? Bu zeki garib aklının kurmacasını önceden görmüşte aklıyla dalga mı geçerdi. Bu garib, her garib gibi içinde bir bilgelik mi taşırdı? Neydi bunun sebebi ahali, nasıl çırpınmazdı?
Bu garib yaman adamdı ahali. En büyük düşmanının kendi olduğunu bilirde söylemezmiş meğer bize. Neden söylemezmiş ahali bilir misiniz? İstemezmiş zayıflığı etek arasından gözüksün. İstemezmiş etraftakiler düşmanına destek versin. Ondan anlatmazmış zaten derdini. Derdini anlattıkça; derdi derde salanda güçleniyormuş. Onu fark etmiş bu garib. Bu garib ne büyük garibmiş. Kendi bir yaman savaşçı karşısındaki bir yaman savaşçı. Aklıyla yenemezse yenemeyeceğini anlamış. Derman demiş kendine, dermanda bende. Dert bende demiş, derman bende. Zaten düşünmüş bu garib derdi veren dermanı unutur muymuş hiç. Garib büyük adammış.
Ama bir nokta var ki ahali kafalardaki soru işareti kaybolmuyor. Bu sual hepimizin aklından geçiyor gibi sanki ahali. Bu garib neyi bekliyor? Neden boğuldukça, daraldıkça dibe doğru ilerledikçe bir başkaldırış sergilemiyor. Bir planı mı vardır, bir bildiği, güvendiği mi vardır. Nedir sebebi ahali. Yok mu şu sorunun cevabını bilen. Kendi söylesin mi bize. Garib gel söyle. Gel garib, itiraf vakti. Zaten katil de, maktul de, zanlı da, katil de, suç aleti de, mahkeme de, kadı da, savcı da, avukat da, olay yeri de, polisi ambulansı da, en büyük tanık da sen değil misin? Vay dolandırıcı garib seni. Demek bizlere film çevirdin. Sen hasta bir adamsın garib. Kafanın içi sirke dönmüş. Neyse, konudan sapmayalım garib. İtiraf et, rahatla. Neden hala batıyoruz garib. Nereye kadar batacağız garib. Yolun sonu nerede garib. Neden çıkmıyoruz, debelenmiyoruz. Seni dinliyoruz. Bir açıklama yapmayacak mısın?
Neden ellerini çektin kalemden garib. Korkuyorsun garib. Kendinden korkuyorsun…