Akşamüstü güneşinin eğimiyle görmezden gelinen insanların üzerine cetvel gibi inen fabrika bacalarının, bu ezici gölgelerin önünde sanki kendi istekleriyle sıraya girip ruhlarını sıra dayağına çektiren yorgun gözlü, işten eve dönme çabasındaki işçilerin arasında yürüyorum.
Bir çocuk sesi paydos düdüğünü bastırmak istercesine, gölgelerden ayırt edilemeyen gri bedenlerin arasında kendine yol açmaya, koltuğunun altındaki havadisleri haykırarak satmaya çalışıyor. Kenarı kıvrık siyah beyaz bir gazete düşüyor elinden yere, tam da önüme. Manşetteki tanıdık bir yüzün altında “….grev sözcüsü öldürüldü…” yazıyor. “Tanımadığım sözcü var mı?” diye düşünürken işçilerin bakışları gibi ağırlaşıyor yüreğimin olduğunu düşündüğüm yer.
Gazetedeki haber onların umuduna bir giyotin gibi düşerken ben fötr şapkamı çıkarıp bastırıyorum göğsüme; “İşte birini daha öldürdüler” diye çınlıyor içim. Tam eğilip resme dokunacak, detayları okumaya çalışacakken bir avuç ansızın giriyor araya; “50 cent bayım!”. Gülümsemeye çabalıyorum çocuğa ama bunun için bile yeterince gücüm olmadığını, bir şeylerin sınırına geldiğimi fark ediyorum artık. Yanaklarımda bir gerilim hissediyorum, gülümsemeye çalıştığımı, çabaladığımı anlıyorum. Elimi başına uzatmak istiyorum ama çocuk geri çekilip hayata dair tüm şüpheleri ve tüm kızgınlıklarıyla bana bakıyor. Masumların gözlerinden korkuyorum. Özür dilemeye çalışıyorum. Bazen, Dünya üzerinde gördüğüm, yaşadığım buraya benzeyen yerlerdeki insanların bir dolarlık, bir tutamlık, bir bakışlık, bir umutluk borcun altına, bir duaya ait dileklerin beklentisine bile girmek istemediklerini unutuyorum… Onları suçlayamıyorum. Uzun zamandır kendimle uğraşıyorum.
Küçük daireme giden yol büyük araba hurdalığının yakınından geçiyor. Dökük farlar, ezilmiş, parçalanmış kaportalar, yerlerinden fırlamış direksiyonlar, kırılmış camlar, bir arada istiflenmiş egzozlar geride bıraktığım şeyleri, o şeylere inanan savrulmuş insanlarımı hatırlamama yardımcı oluyor. Hurdalığın devamındaki harap evler ilgimi çekiyor. Artık insanların içinde yaşanmışlıklarından, yaşamaktan vazgeçtiği eski sığınakları, geride bıraktıkları kabukları, isteyerek terk edilmiş umutları gibi solgun ve unutulmaya mahkum görünüyor. Tüm bilinmezleri bilmek bile bir körleşme aslında. Hâlâ neden yaşamı seçtiğimi, bir yerlerde birileri ile dost olup olmadığımı düşünüyor, özlenip özlenmediğimi, adımın anılıp anılmadığını merak ediyorum. Bunca kötülüğün içinde aramayı, aranılmayı düşünüp düşünmediğimi tartıyorum kafamda. Gitme isteğimi sorgulayan, birilerinin beni özleme ihtimalini acımasızca hatırlatan, ihtiyacını hissettirmeye çalışan bu şeyde neyin nesi?
Öksürük tutuyor, yarısı içilmiş sigaramı yere atıp ayakkabımın ucuyla eziyorum. Son bir duman yükseliyor yukarıya. Sigaranın dumanı tütmesin, geride kalan sevdiklerimin kokusu burnuma gelmesin, onlara sunduğum felaketler pişmanlıklarımın arasından sıyrılmasın istiyorum. Kelimeler yuvarlanarak düşüyor içime. Söylemek, bağırmak istediğim cümlelerin elleri, gövdeleri, başları var sanki. Bir fikir yüzünden biri itiyor diğerini. Sonra O’nu da bir başkası. Uçmaları için abideleştirdiğim uçurumlar mezarları oluyor. Bedenler ve ruhlar ideallerimle yaralanıyor. İçimdeki kırılmış kafatasları kaybedilen insanlığın yüzlerini giyiniyor, tanıdık isimlerin suretlerine bürünüp aklıma akıyor, hepsi çukurlaşmış boş gözlerini bana dikiyor. Bir kıyım yaşanıyor onlar için kurduğum hayallerin ortasında. Seven de sevmeyen de benim ismimi söylüyor neden olarak. Tutamıyorum artık cümleleri, yine birinin felaketi olacakmış, gazetelerdeki ölüm ilanlarını ben basıyormuşum gibi geriliyorum aşındırdığım kaldırımların üstünde. Dudaklarımın ardında titrek birer sessizlik olarak asılı kalıyor hükümlerim. Birikiyor. Bitsin istiyorum.
Uzun süredir ölümü düşünüyorum. Ölümü düşünmeye başladığında duyulmaya başlıyor saatlin vuruşları. Bir başka tona bürünüyor tüm tik taklar. Avuçlarım terliyor. Sözüm kendime geçmiyor. Karanlık uçurumumun kenarından bu sefer kendimi itiyorum onlara doğru. Onlar gibi olmuyor sonum. Onlar gibi ölemiyorum. Fark ediyorum ki içimdeki uçurum benim için eskisi kadar derin değil. İçime attıklarım zemine vurduğunda çıkan ses gittikçe boğazıma doğru yaklaşıyor. Dayanmaya, yargı gününü beklemeye çabalıyorum. İnsanlar adına umut ediyorum. Gerçekler, saklananlar, gördüklerim duyduklarım ağzımdan çıkmak için gün sayıyor. Üstelik öncekiler kadar sakin değil dilim, kulaklarım haklı bulduğum yakarılarla dolu. Sıralayacağım ithamlar zaman ve mekandan daha sonsuz. Ağzım siyah beyaz manşetler kadar metalik, yüksek bacaların dumanları kadar kara, tatsız. Biliyorum; bir daha ki sefer konuşmak için değil haykırmak için açılacak dudaklarım.
Öylesine gömülmüşüm ki düşüncelere yürüyüşümün aldığı mesafeyi ölçemiyorum. Kafamı kaldırdığımda yolun karşısındaki otel odasının perdesi aralanıyor. Bir kadın “hava karardı mı?” dercesine akşam duracağı köşeye bakıyor. Kaldırımda durduğumu görüyor ve polis olduğumdan şüpheleniyor. Gardropuna yürüyüp kısa kırmızı eteğinin üstüne içini gösteren, gerdanını açıkta bırakan o rengarenk gömleğini giyiyor. Çok yakışıyor. Dün akşam şehirli züppeden yediği tokadı, gözlerinin altında ağlamaktan şişmiş torbaları makyajıyla saklamaya çalışıyor. Ben hâlâ köşedeyim. Çantasındaki simli kırmızı rujunun yanında küçük bir tabanca taşıyor. Dudaklarımın istemsizce oynadığını fark ediyorum. Kaçırıyorum o pencereyi delip geçen gözlerimi fötr şapkamın gölgelerine. Atıllığımın derinliklerine dönüp saklanmak istiyorum. Daha fazla sebep olmak istemiyorum.
Devam ediyorum. Masumiyeti sökülmüş kaldırımlar karşılıyor üstüne basmaktan yıldığım tüm düşüncelerimin ayaklarını. Ayakkabılarımda kalp atışım yerine yaşadığımı, ayakta olduğumu, yürüdüğümü hatırlatan bir naif tıngırtı. Düşüne taşına varıyorum bir kez daha sonuma ulaşmaya çalıştığım sapağa. Hava yanıyor, semt yanıyor ve fakat ben son arzumun sapağında karanlığımla üşüyorum; ölümü düşünüyorum. Neden burada ölmeyi düşündüğümü de.
Gittiğimin farkına bile varamayacak insanların yanına taşınarak, onların günahları arasında günahımı görünmez kılmak istedim. Doğru. Gözümü vereceğim son karar için boyamalarını, kendi kurallarımı çiğnemek için sebebim olmalarını istedim. Kesinlikle. Dünya, nereden yaşadığımı ve nereye nasıl baktığımı, kimi şahit tuttuğumu ve o gün, o an geldiğinde kimi dinleyeceğimi bilmemeli. Bu yüzden bu kadar sessizim, bana bu yüzden bu kadar kızgınlar. Haklılar. O kadar samimiler ki yaşadıkları hayal kırıklıkları ve üzüntülerinde, o kadar netler ki yaşamak, tutunmak için giriştikleri savaşta; mücadelelerine hayran kalıyor, kendim için biçtiğim sonu erteliyorum. O an kendime lanet okuyorum tutamadığım sözüm yüzünden. Bu düşünce yeni halatlar atıyor iskeleden ayrılmaya çalışan kararlarıma ve beni hayatta tutuyor dirençleri. O gemiye binip bir türlü gidemiyorum.
Birkaç blok ötede tamir ettiği arabanın motorunu deneyen usta cızırtılı radyosundan beyzbol maçı dinliyor. Maçı kaybeden adam kazanan taraftaki çırağına ağzına ne gelirse söylüyor. Çırak kibarlığından değil, önceden yediği tokatların hatırına bir gün bir köşede tokattan daha fazlasını yapmayı planladığı ustasına cevap bile vermiyor. Büyümeyi bekliyor. Yağ bulaşmış yüzünü yere eğiyor, işine devam ediyor. Bu semtte herkes birbirini başarısızlığa, umutsuz, gücün güçsüze yettiği bir yarında hayatta kalmaya hazırlıyor. Ustası kendi çıraklığını hatırlıyor.
Her şeye rağmen utanmadan neşeli, utanmadan hâlâ umut eden çocuklar tahtadan ve hayallerinden yapılmış silahlarıyla sokakları kahkahaya boğuyor. Gün gece ile buluşurken okuldan çıkmış çocuklar köşe başlarında cıvıl cıvıl ve masum pusular kuruluyor. İşte tam da o anda hayali küçük bir kurşun karnımı delip geçiyor. Ben ve mermiyi atan çocuktan başka kimse gömleğime yayılan kanı, yüzümdeki acıyı göremiyor. Çocuğun şaşkın gözleri kırmızıya bulanmış gömleğini tutup yüzünü ölüm endişesi ile yere çeviren fötr şapkalı adama bakıyor. Terden parlayan yüzünün ortasındaki aydınlık gözleri oyununa ortak olan bir yetişkine, bana gülümsüyor. Karnından vurulmak acılı ve uzun süren bir ölüm derler ya? Hayır, inanın hiçbir şey o kurşunu atan çocuğun gelecek umudu ve gerçekler kadar acıtmıyor canımı.
Çocuklar tarafından tutulmuş yollar semtin meydanına açılıyor. Meydanda, ayaklarının altından sular fışkıran, Dünya’yı sırtlayan Atlas heykelinin olduğu çeşmenin yükseltisine çıkmış, işçi kepini sallayarak etrafına toplananlara seslenen bir adam kalbinden gelen umudu haykırıyor. Düşkünleri, beklentisizleri, törpülenmişleri, yıprananları, haklarına girilenleri başka bir güne, başka bir ihtimale inandırmaya çalışıyor; “Yeter sömürüldüğümüz! Bu zulüm yeter! Yıkılsın yalanlar! İnsanlık onurunuza sahip çıkın, sahip çıkın kardeşinize! Ölecekseniz doğrular için ayakta ölün!” diyor. Yalan değil söyledikleri, kendi isimlerim üstüne şahidim yalan değil; hayatı ve ölümü diğerleri içinde anlamlı kılmaya çalışıyor. Fötr şapkamdan sıyrılan gözlerime işçi kılığında birkaç sivil polis çarpıyor. Konuşmayı dinleyip merkeze rapor veriyorlar. Sözcünün “Kardeşim” dediği bir diğeri ise o an gizli polislerle göz göze geliyor. Cebine sıkıştırılmış birkaç yüz doları terli elleriyle avuçluyor. Onlar için ölmeyi göze alan adama ihanet etmeye hazırlanıyor. Sözcüler kadar iyi tanıyorum hainleri de. Neyle ve nasıl kandırıldıklarını, aslında ihanet edeninde ederken ihanete uğradığını biliyorum. Cehennemi düşünüyorum ve vatandaşlarını. Söz verilmiş Cehennemi. İçimizdeki acıyı sadece orası ısıtacak, yaşananlardan sonra Cennet ne beni ne de geriye kalanları avutamayacakmış gibi görünüyor.
Dayanamıyorum, sıyrılıyorum kalabalıktan. Tarih adeta her sokakta, köşe başında, meydanda, bu ve benzer yerlerde kendini tekrar ediyor. Yollar beni işçilerin yaşadıkları evlerin önüne getiriyor. Kim bilir? Belki de buradaki tek adil dağılım tüm bu yaşananların arasına serpilmiş birbirine benzeyen, sıkış tepiş sıralanmış yorgun görünüşlü bu tek tip evlerdir. İnsanları gibi birbirlerine yaslanarak zorlukla ayakta duruyor, kokuya, gri havaya, çöken dumana inat yaşamaya çalışıyor gibiler. İçlerinde barındırdıkları insanlara benziyorlar tıpkı. İnsanlar da binalara. Sıkışmışlık ve çaresizlik hissi dokunulacak kadar somut. Kapılara çıkan merdivende namluya sürülmüş birer mermi gibi oturmuş kendilerine “Azizler” diyen torbacılar gelip geçenlere bakıyor. Geniş ceplerindeki torbaları yoklayan bir tanesi dün barbutta bir şişe viski kaybettiği adama selam veriyor. Şapkamın önüne dokunup karşılık veriyorum. Sağlık ocağının kapısında sigara içen göçmen hemşireyi görüyorum, o farkımda bile değil. Artık farkında olmak istemiyor. Biraz önce sokakta bulunup kolları arasında aşırı dozdan ölen şehirli kızı düşünüyor. Artık ağlayamıyor, artık umut edemiyor, artık yaşamak için sebep bulamıyor. Üstelik buna rağmen onları kurtarmaya çalışıyor.
Yaşadığım apartmanın boyası dökülmüş ahşap kapısını iterek içeri giriyorum. Ağır kapı direnç göstermiyor. Loş koridorda ilerleyip kilitlemediğim kapımı açıyor, penceremin önünde kirli körfezden esen rüzgarların sesini duyarak dalgalandırdığı birkaç salkım söğüdü görüyorum. Hâlâ nasıl yeşil kaldıklarını, hangi vasıtayla hayata tutunduklarını anlamlandıramıyorum. Köklerini saldıkları toprak da en az diğer her şey kadar solgun. Uçuşan kirli tüller söğütlerle beraber dans ediyor. Uzakta, söğüt dallarının arasından şehrin insana vahşi gelen silueti seçilebiliyor. Denize dökülen nehirden ve nehre istifra eden deri işliklerinden yükselen kesif kokular semtin yollarında süzülerek annesine, şehre ulaşmaya çalışıyor. Hezimet duygusunu arttıran sıcak yazın halleri tüm bedenleri ıslatıyor. Kafaların içinde tekinsiz seraplar doğuruyor. Pencerenin önünde, yazmaktan parmaklarımda sevdiğim kalemin şeklini almış anormalliğe bakıyorum. Ellerimde mavi mürekkep lekeleri var. Kaybolmak için uzaklaştığım şehir yine beliriyor söğütlerin ardından. Yine hatırlatıyor kendini. Beni her şeye rağmen kucaklayan unutulmuş semtten ona göndereceğim intihar mektubumu merakla bekliyor gibi… Ahşap masaya oturuyorum. Memnun kalmadığım yazılarla dolu birkaç sayfa katlanmış, kollarımın baskısı ve masanın kısa ayağı altında kıvranıyor. Denemelerim, kalemim, daktilom ve boş sayfaların üzerine yavaş yavaş karanlık çöküyor. Ne yazacağımı düşünürken saatlerce döküntülü duvarlarla birbirimize bakıyor, kimi zaman yer değiştiriyoruz. Gecenin içinde, sokaklarda çalan cızırtılı radyodan *Billie Holiday’in bir şarkısı yankılanıyor. Şarkıda güneyin ağaçlarında yetişen “Garip Meyve” anlatılıyor. Yatağa süzülüyorum. Gözlerim kapanıyor. Dünya’nın tüm hoşgörüsüzlükleri, sabit fikirleri, önyargılarından oluşan bir orman, bir rüya görüyorum. Başları, ayakları, elleri olan her ırktan cansız garip meyveler sarkıyor dallardan.
Sabahın ilk ışıklarıyla yatağımda uyanırken, yüksek tavanda sıcak havaya tesir edemediğinin farkında, çaresiz dönmeye çalışan pervane ile göz göze geliyoruz. Kumsalda bulduğum pürüzsüz ve yuvarlak hatlı taş, masanın üstünü süpüren tüllerin yerinden oynatmaya çalıştığı başarısız intihar notlarımı sabit tutmaya çalışıyor. Rüzgarla ileri geri giden, düşmesini beklediğim kalem tıngırdıyor ve bir türlü zeminle buluşamıyor. Benden başka kimsenin önünde durmadığı, çalınmayan, üç kilide sahip olup hiç kilitlenmeyen kapı amacını sorguluyor.
Bugün daha da sıcak. Sıcağın teşvik ettiği sinekler pervaneyle aramda uçuşurken yüzüm onlara bir yerlerden tanıdık geliyor olmalı ki yakınıma kadar gelip tekrar yükseliyorlar. Kahvaltımın yerini tutsun diye göğsümün üstüne bastırdığım, hani şu barbutta kazandığım kaçak Southern Comfort’ı yudumluyorum. Alkol günlerdir boğazımda hissettiğim bazı cümleleri geriye itmeye çabalıyor. Ancak öğlene doğru yatağımdan sıyrılıyor, üşengeçliğimi iç çamaşırlarımın üstüne giydiğim bornozum ile taçlandırıyorum. Masama oturup günün ilk sigarasını sararken şu lanet olası notu bu gün bitirip bitemeyeceğimi düşünüyorum. İç çamaşırlarımdan daha kirli görünen bornoz yıkanıp yıkanmamak arasındaki gidiş gelişimin, her şeye son verip huzura ermek isteyişimin tasviri gibi. Temizlenmek istiyor ama hiçbir sabunun ruhuma dokunamayacağını çok iyi biliyorum.
Taşın altındaki notlarıma bakıp nerede yanlış yaptığımı hesaplıyorum. Gözlerim bir kez daha dökülmüş duvara dönüyor. Duvar bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Sonunda yere düşmüş bulunan kalemime uzanıp yerden alıyor, tam yazmaya başlayacağım sırada “Açıklama yapmak zorunda mıyım?” diye düşünmeye başlıyorum; “Lanet olsun!” cümlesi zihnime asılıp kalıyor. “Ne gerek var?! Bitti!” yaz hatta onu bile yazma.” diyorum kendime. Neden yaşadığımı ve öldüğümü bilmek zorunda olup olmadıklarını irdelerken belki de benim olmadığımı düşünmelerinin ya da bir yerlerde öldüğümü zannetmelerinin onları rahatlatabileceğini, bir notla yine gündemi işgal etmemem gerektiğini hissediyorum. Tek ve kararlı bir hareketle bunu bitirebilir, son sözümü yerine getirerek onları rahat bırakabilirim. Neden olmasın? Neden doğaçlama olmasın? Neden bir anda olmasın? Bu notların tüm yaşanılan zamanlar içinde her hangi bir durumun nedenlerini ortaya koyabileceğini, beni daha iyi anlayabileceklerini zannetmiyorum. “Yoksa…” diyorum. “Yoksa bu bile benim egomun bir yansıması mı?! Şu anda bile kendimi haklı çıkarmak için bir çabaya mı girmek üzereyim?” Hayır hayır; bunu istemiyorum. Her kitabım, her cümlem hatta kelimem bu yüzden bir başkası için silah olmadı mı? İyiliklerini isterken bile! Güneş doruktan aşağıya kaymaya başlar ve ben hala bir not yazmaya çalışırken bugün esmeyen rüzgarlara darılmış, hareketsiz söğütlere bakıyorum. İşte tam da o an penceremin baktığı sokağın sonundaki meydandan üç el silah sesi yükseliyor. Birkaç çığlık kalabalık haykırışlara dönüşüyor. Birkaç saniyelik sessizlik koşuşturmaların ardından yükselen bağrışlarla yok oluyor. Pencereden dışarı bakıyor, kaçan bir adam ve onu kovalayan kalabalığın bizim sokağa girişini izliyorum. Koşanların arkasında sendeleyerek, acı çekerek yürüyen işçi kıyafetli adam karnından bedeninin aşağısına doğru yayılan kırmızı kanı durdurmaya çalışıyor. Elinde koyu kırmızıya dönmüş bir kep var. Bir binanın giriş kapısına yığılıp elindeki kepi havaya kaldırarak bağırıyor; “O’nu öldürdüler!!” Elindeki kep o kadar doymuş ki kana, sıktığı yerden bir damla kan alnına düşüveriyor.
Sokağın her iki başını tutan kızgın kalabalıklar kaçacak yeri kalmayan silahlı adamı kıstırıyor. Katil onları da tehdit ediyor ve silahını gösteriyor. İlk silah seslerinden sonra tamirhaneyi çırağa bırakan usta kalabalığın en önünde dudaklarındaki küfürleri yere tükürüyor. Halk daha da öfkeli; yıllardır kendinden çalınan, sömürülen her şeyi bu katille özdeşleştiriyor. Birkaç el silah sesi daha sokakta yankılanırken altıpatlar boşa dönmeye başlıyor. Son kurşunlar iki kişiyi daha vuruyor. Ustanın kolu kanıyor. Yüzlerce kişi akın ettikleri sokağın her iki ucunu adeta sıkarak, birbirlerine doğru iterek ortada kalan adamı onlarca, yüzlerce kol, el ile lime lime ediyor. Birkaç dakika sonra şehir isyanını aynı şarkılarda buluşturuyor. İnsanların öfkeleri açığa çıkarken semtin tüm kepenklerinin kapandığını duyabiliyorum. Duvarlara yazılan sözleri okuyorum. Hele biri var ki hem gülümsüyor hem alınıyorum; “Bu Dünya’da hayat var mı?…”
Fabrikaların paydos zilleri yerine başlamak üzere olan bir kavganın gongu çalıyor adeta. Havada hep yapılmak istenmiş ama hep ertelenmiş bir yüzleşmenin heyecanı var. Ölüm ve hayat sokaklarda aynı adrenali salgılamaya başlarken linç edilen katilin bedeninden bir rozet çıkıyor. En yakın karakola doğru yürümeye karar veren kalabalığın sesi gür, kararlılığı tam. En önde yürüyenlerin arasında kırmızı kısa etekli bir kadın elindeki rozeti havada tutup bağırıyor. Gözlerinde köşede gördüğü adamı düşünüyormuş gibi bir hal var. Garip ve güçlü bir kararlılık. Sanki ölen sözcü hepsinde doğmuş gibi görünüyor gözüme. Ölüme inat yaşama dair bir haykırış yankılanıyor etrafta. Onlar haykırırken karakolda kilit altındaki tüfekler dağıtılmaya başlanıyor. Artık benden başka kimsenin ölmesini istemeyen ben kendime bir intihar keşfettiğimi fark ediyorum. Daktiloma taktığım kağıtların üzerine tanıdığım tüm sözcülere ve yaşadıkları zamanlara dair devrim sözlerimi yazıyorum. İşim bitince giyinip kendimi sokağa atmak için sabırsızlanıyorum. Hızla dolaba yöneliyorum. Kalbimin olduğunu düşündüğüm yer heyecanla denilen şerbetle dolup boğazımdaki tüm düğümleri serbest bırakıyor. Konuşmaya hazır olduğumu biliyorum. Konuşacağımı biliyorum.
Kapıdan çıkınca karışıyorum koşan, bağıran insanların arasına. Sokak başlarında barikatlar, meydana çıkan yollarda yakılmış kötü kokulu lastikler var. Görmediğim şeyler görüyorum bu insanlara ve semte dair; doğru olan için cesur, hak için yürekli, farklılıklarına rağmen birbirleri için daha da gerçek, özgür yaşamak ve ölmek için daha da samimi. Elimdeki bildirileri dağıtıyorum onlara. Kepenklere, pencerelere, direklere asıyorum notlarımı. Semt sokaklarında insanlığın üzerinde yeni bir aklın, ruhun, anlamın filizlenmesini umuyorum. “Belki bu sefer olur! Belki bu sefer başarırlar!” diyorum kendi kendime. Ölüm gelecekse böyle bir günde gelsin derken bir başka sözcüyü hatırlıyorum; “Bu gün kimseye ölmek yok!” Yere düşmüş bir pankartı tutuyor ellerim. Üzerinde “Zalimler için yaşasın cehennem!” yazıyor. Kocaman gülümsüyorum; insanlarımı anlıyorum. Söz veriyorum.
Seslerin yoğunlaştığı, duman ve yanık kokusunun arttığı yöne, sokakların sonuna doğru ilerliyorum. Meydandaki karakol ele geçirilmek üzere. Sözcünün dün konuştuğu çeşmenin yanından geçerken Atlas’ın taşıdığı Dünya’nın devrildiğini, yükünden kurtulduğunu fark ediyorum. Yere yuvarlanmış Dünya kırılmış, elinde eve götüreceği ekmeği ile bir çocuk üstüne çıkıp oturmuş yarınlarını bekliyor. Yerlerde insanlar ölü, yaralı. Kimi daha 19’unun başında. İsyanlarına acı dolu feryatlar karışıyor. Binlerce insan yükleniyor güçlendirilmiş kapılara, kapı artık dayanamıyor ve büyük bir çatırtı çöker. Karakolun çatısı ve pencerelerinden ateş açılıyor. Silah sesleri yoğunlaşıyorken barutun keskin kokusu ve geride bıraktığı garip duman havada asılı kalıyor. Artık daha fazla ölü var yerde. Kapının önünde iki kişi yere düşüyor, bir polis kalabalığı dağıtabileceğini düşünerek sokağın ortasına fırlıyor. Gri bedenlerin arasında koşturan bir çocuk bildiri dağıtırken polis mermisi kalmayan tüfeğini bir kenara atıp tabancasını çekiyor. Birkaç kişi geri çekiliyor ve gazeteci çocuk birdenbire ortada, polisin önünde kalakalıyor. Dudakları simli kırmızı olan kadın çantasına atıyor küçük tabancası için elini. Usta yaralı olmayan kolu ile çırağını korumak için arkasına saklıyor. Çırak erken yaşta ölen bir baba buluyor bu cüssede. “Ölmek için doğmamalı çocuklar!” diye geçiriyorum içimden ve sonunda olmam gereken yere, birkaç adım atıp aralarına giriyorum.
Tanımıyorlar beni önce. Gazeteci çocuk, yere düşen gazeteyi almaya çalışan adamı, kadın, sokağın köşesinde duran polisi, elinde ekmek olan ufaklık, tahta tüfeğinden çıkan kurşunla vurduğu kişiyi görüyor. Açıyorum ellerimi, şapkamı çıkarıp onlara çeviriyorum kafamın üstünde her şeyi gören gözlerimi. Hepsi kim olduğumun farkına varıyor. Nefesimi tanıyorlar. Önce meydanı, semti, sonra tüm buraya benzeyen semtleri kaplıyor görüntüm. Milyonlarca belki de milyarlarca ben geçiyor namluların önüne. İçime alıyorum hepsini. Çocuk tökezleyip yuvarlanıyor yere, kadın beni görüp çığlık atıyor. Polis şaşkına dönüp insanların ayaklarına kapanıyor. Tüm silahlar ellerden düşüyor. İnsanlar susuyor. Dilime geliyor cümleler, artık boğazımın düğümleri çözülüyor. Şahit tutuyorum bu semti ve benzerlerini; tüm insanlığın gördüğü zalimler, sömürenler, yalancılara, haksızlık ve adaletsizliklere karşı. Tüm kaybolmuşları, samimi günahkarları, gerçek yaralıları, morlukları, çıkar amaçlı üstlerine atılmış çirkin esaretleri, alet edilmeye çalışıldıkları ihtirasları, üzerlerinden geçinip yükselmeye çalışılan duyguları, yoklukları onlardan dinlemişliğimle, beraber yaşamışlığımla yargı gününe şahit kılıp o son günü ihtişam ve mutlulukla ilan ediyorum. Tanrı’nın uzun süredir burada, bura gibi semtlerde uyuduğunu, uyandığını, yürüdüğünü, acıları gördüğünü, yaşadığını ve bu gün yarattığı insanlarla öleceğini, insanlara verdiği son sözü tutup zalimler için gerçek bir cehennem hazırladığımı söylüyorum. Artık inanmak için çabalamalarını değil her şeyin görüldüğünü, duyulduğunu bilmelerini istiyorum. Artık benim için, beni anarak ölmelerini, öldürmelerini istemiyor, bu sefer ben onlar için ölmek istiyorum. Dünya’daki tüm silahların hedefini kendi sınırsızlığıma doğrultuyor ve son mermiyi atana, son bombayı patlatana, içlerindeki öldürme duygusunu yok edene kadar tetiklere, düğmelere, ihtiraslara basıyorum. Sonsuzluğumda yok ediyorum insanların birbirini yok etme ihtimallerini. Önce bir Cennet değil zalimler için bir Cehennem kuracağımı müjdeliyorum. Tutamıyorum artık dudaklarımı, tutamıyorum yaratırken üflediğim soluğumu; “Bir kere daha çal!…” diyorum yüksek sesle. “İsrafil; bir kere daha çal o malum şarkıyı…”
Gökyüzü der top edilirken hayatın bir ucundan yürekleri, kulakları, akılları dolduran bir paydos sireni çalıyor. İşçiler keplerini çıkarıp göğsüne basıyor, ölmüş tüm sözcülerim sağ, tüm semt halkları ve çocukları ise sol yanımdaki tahta oturuyor. Kadın gülümseyerek ağlamaya başlıyor, polis hâlâ ne olduğunu anlayamıyor. Kumsaldan alınmış pürüzsüz bir taş Dünya’nın durgun ve kirlenmiş sularına düşüyor. Titreşen dalgalar bu semtin kumsallarından tüm okyanuslara, Dünya’nın tüm kıyılarına yayılıyor, Dünya’nın tüm semtlerinde aynı şarkı çalıyor…
*Billie Holiday – Strange Fruit ; https://www.youtube.com/watch?v=h4ZyuULy9zs