Sabah havanın aydınlanmasına yakındı. 06.57 suları. Penceremin önünde yetiştirdiğim saksıdaki mor menekşe gözümün önünde de olsa uzaklara dalıp gitmeme engel değildi. Postacı sabah gazetelerini mahalledeki her kapının önüne usulca bırakıp bisikletiyle yoluna devam ediyordu. Sanırım şuan saat 08.03. Karşı komşum Nalan teyze tül perdesini biraz aralayıp bir günaydın deme şekli olan el sallamasını hafif gülümsemeyle yapmıştı. Ondan başka günaydın diyenim varmıydı ki sanki? Sahi benim uykusuz sabaha kadar bu kanepede bu camın önünde oturup hiç değişmeksizin 08.05’te perdesini açarak günaydın selamını veren Nalan teyze saymış mıdır? Bu kaçıncı gün? Ve her geçen gün yüzündeki tebessümü acıma duygusuyla harmanlaması halime üzülmesinden miydi?
Saat 09.00.
Günlerdir uykusuz kalan bedenimin son gücünü kullandığımın farkındayım en azından merdivenlerden kapının önüne inme aşamamda bunu anlayabiliyorum. Gazete, postacının bıraktığı gazete için bu çabam. İki katlı ahşap evimin küçük, tahta parçasından yapılmış sokak kapısını tam açtım ki; gazetenin üzerine bırakılmış eski bir kağıt. Olur ya böyle kahve tonlarında kese kağıdı gibi eski zamanların defter kağıtlarından. Dörde katlanmış üzerinde ismim yazıyor. Bir adım atıp sağa sola baktım ama kimse yok ne uzakta ne yakında. Yavaşça kapıyı kapatıp güçlükle çıktım merdivenleri. Gazeteyi masanın üzerine fırlatıp kağıdı korkak, titrek, meraklı parmaklarımla usulca açtım kıvrımlarından.
“Sene bilmem kaç. Sanırım 70 ‘lı yıllar. Lise çağımdayım. Bizim sokağın başında bir terzi Fuat amca bir de oğlu Battal. Adı gibi kahraman sanki, bakışları, yürüyüşü, dükkana girdiğin an ‘hoşgeldiniz’ diye ağzından çıkan tek kelime kadar sert görünümlü, boylu poslu, yakışıklı Battal. O zamanlar terzi de bir sökük diktirmek üç kuruş da olsa babalarımız için masraftı. Çoğunlukla annelerimiz uğraşırdı dikiş nakış işlerinden. Oysa ben her hafta sonu cuma günü geldiğinde elime bir kalem alır okul eteğime bir sökük açıverirdim, babama söylesem bir de bilerek yaptığımı annen diksin kızım derdi oysa benim derdim o terziye gitmek. Öyle ya Battal’ı başka türlü göremem. 1 ay boyunca her cuma toplamda 4 kere söküğümü diktirmeye gider eteği o gün orada bırakır bir kez daha görebilmek için pazar günü öğleden sonra alırım Fuat amca der kaçardım eve. Sökük parasını da o haftanın harçlığından çıkarırdım evden peynir ekmek arası yapar okulda onu yerdim. Derdim o ya Battal’ı görücem. Öyle böyle derken lafın kısası aşık oldum ben bu çocuğa. Ama ne aşk! Öldüm öleceğim ama yok söylemeye cesaretim yok. Dedim ya terzi bizim sokağın başında her gün yüzyüze bakıyoruz. Ya o beni beğenmiyorsa ya istemezse diye yaklaşık bir buçuk seneye yakın süre sakladım ben bu çocuktan hislerimi. Sonra bir gün gittim terziye dükkanda sadece o. Babası Fuat amca yok. Her zaman ki sert ses tonuyla ‘hoşgeldiniz’ dedi. Hadi dedim şimdi tam sırası.
“Ben seni çok beğeniyorum Battal.” çıkıverdi ağzımdan. Sonrası yok, arkamı döndüğüm gibi koşarak çıktım dükkandan. Aradan geçti 10 gün. Ne ben terziye gidiyorum, ne terzinin önünden koşmadan geçiyorum. Bir gün okuldan çıktım yürüyorum eve tam derenin başındayım biri kolumu tuttu arkamdan aynı ses tonu sertçe “Bende seni” diyiverdi. Battal! Gözlerine baktım sevinçten ağlamak üzereyim tekrar etti “Bende seni çok beğeniyorum.” Sonrası tahmin ettiğin gibi yaklaşık 8-9 ay birlikteydik yani sevgili. Ta ki bir gün kavga edip birbirimize “senden nefret ediyorum” diyene kadar. O gün bitti. O gün onu son görüşüm oldu. Terzi dükkanına uğramadı, mahalledeki çocuklardan duydum şehir dışına halasının yanına gitti dediler. Aradan aylar geçti. Dönse affedeceğim ama dönmedi. Aylar yıllar derken yaşımız oldu baya. Yaşlılık zor tabi. Sonra bir gün mahalleye bir haber terzi Fuat’ın oğlu Battal Ankara’da halasından ona kalan evde ölü bulunmuş. Yaşlılık işte birde yalnızlık. Kız kardeşi vardı Mualla. Abisi, Battal’ın ölüm haberinden 1 hafta sonra kapıma geldi. Elinde bir zarf. Ağzından tek kelime çıkmadan zarfı bana uzattı ve gitti. Çok kısa bir mektup. Aynı böyle yazıyor;
Sen bu mektubu okurken ben toprak altında olacağım, olmam gerekiyor yoksa başka türlü geçmezdi eline bu satırlar. Bana gençliğimin en güzel günlerini yaşattın, yılların hayalini kurarken biz aylar da olsa seninle büyük bir aşk yaşadık şüphesiz. Lakin sonumuzu biraz da kendimiz getirdik. Senden sonra acılarım diner umuduyla gittiğim şehir bana hasretinden acılar yıktı üst üste. Başka bir aşkım da olmadı yıllarca. Duymuşsundur. Hiç evlenmedim. Aramızda kalacaksa sırrımız olsun ki senden başka sevgilim dahi olmadı. Ben inat ettim, gurur yaptım. Lakin sende hiç gelmedin. Aramadın neredeyim diye merak dahi etmedin. Bir mektup yazmadın. Ben bu dünyadan göçerken aklımda bir söz ‘sensiz olmaz’ olmadı da zaten. Sana yalnızlığı yaşattığım için af buyur. Son nefesimi verirken gözlerin gözlerimin önünde. Yıllar sonra son kez “seni seviyorum, hoşçakal” işte böyle acınası benim hayat hikayem. Geç kalınmışlıktan yıllarca sızlıyan bir kalp bendeki. Günlerdir o perdenin arkasında güneşi doğurup batırmakla olmaz. Biz aşktık, geç kaldık. Güneş sen izlemesende doğacak. Güneş hala onunda senin de gözüne çarpabiliyorsa kalk ve yıllar geçmeden son demeden ‘seni seviyorum’ de. Hayat kısa evladım. Pişmanlıklar öteden beri hayatlarımızda. Pencerenin önündeki mor menekşenin açmasını istiyorsan önünde oturmayacak su vereceksin. Aşk istiyorsan kaçmayacak tutacaksın sımsıkı. İçinde ki tüm duyguları güzel kıl. Kötüleri yakıp yıkıp at. Ben o mektubu okuduktan sonra 3 gün hastanede yattım. Zaten yaşlılıkta kaldırır mı yaralı bir kalp büyük bir pişmanlığı. Sen daha gençsin. O kanepede daha fazla yaşlanmadan git. Aşk bekletmeye gelmez. Aşk zaman bilmez. Bir kez girdi mi hayatına, Battal gibi Ankaraya da gitsen bitmez, nefret ettiğini söylesen de bitmez. Aşkın toprak altına girmeden, onu yeşert!”
-Komşun Nalan
Bu mektubu okurken hem ağlamış hem cesaretlenmiştim. Şimdi bu mektubu okuyalı 5 sene geçti. O sabahı dün gibi hatırlıyorum. Önce pencereden el sallayıp sonra kapıma mektup bırakan Nalan teyzeyi kaybedeli 3 sene oldu. 3 yaşında bir oğlum 2 yaşında bir kızım var. Oğlum, Battal. Kızım, Nalan. Ben geç kalmayışımı onlara borçluyum. Eminim onlar kavuştu. Benim çocuklarım da onların isimlerini yaşatacak…