“ Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın.”(Ataol Behramoğlu)
Yağmurlu bir havada her gün olduğu gibi saat 6 olmadan kalkmıştı Pelin yine. Kalkar kalkmaz her sabah olduğu gibi aynanın karşısına geçti. Geçen sene katıldığı bir seminerde semineri veren kişi “sabah mutlaka kalktığınızda aynaya bakıp gülümsemeniz gerek ancak bu şekilde güne güzel başlarsınız, motivasyonunuz yüksek olur demişti” hala kulaklarındaydı bu söz fakat geçen seneden beri sadece iki kez uygulayabilmişti bu çok etkilendiği sözü. İlki, işinde çok önemli bir davayı kazandığını uyanır uyanmaz öğrendiğinde ikincisinde de kocasının ona 12 sene sonra aldığı bir demet gül idi. Şimdi tekrar bakıyordu bu uzun boy aynasına. Fakat gözlerinde ne bir ışıltı vardı ne de dudaklarında bir tebessüm. Hatta daha yeni 30 yaşına girmesine rağmen yüzünde ki inanılmaz kırışıklıkları ve kambur omuzlarıyla sanki bir 20 yıl daha yaşlı hissediyordu kendini. Aynadan kaçarcasına uzaklaştı. Şimdi tekdüze olarak adlandırdığı hayatın da kocasına kahvaltı hazırlamak aşamasını uygulayacak ve ardından iş kıyafetini giyerek evden çıkacaktı. Kocası Pelin mutfağa geldiğinde çoktan televizyonun başına geçmiş, gazetelerin istemediği kısımlarını yere atıp istediği kısımları da eline alarak harıl harıl okumaya başlamıştı bile.12 senedir her sabah bu manzara ile karşılaşsa bile hala alışamamıştı işte. Bir yandan bangır bangır duyulan televizyon sesi diğer yandan gazete haşırtıları deli olmasına yetiyordu da artıyordu bile. Oysa hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyordu, o, artık bu dünyada huzurlu ve mutlu olmalıydı çünkü…
Saat 8 civarı iş yerine gelmeliydi Pelin. Fakat arabasına binip yola çıktığında her zamanki gibi trafik sorunuyla yüz yüze gelmişti. İstanbul’u, tarihi yerleri, insanlarını çok seviyordu fakat bu trafik her zaman içinden lanetler okumasına yetiyordu. Yine sinirli başlamıştı işte o güne. Bugün de hiçbir şey yolunda gitmeyecekti bunu hissediyordu. Bitmez tükenmez bir trafiğin ardından 9.30’da ancak varabildi iş yerine.
Allahtan her zaman karanlık ve kasvetli küçücük odası onu mutlu etmeye yeterdi de içindeki sorunları bir an bile olsa atabilirdi çünkü onun ruh halini en güzel yansıtan bu odaydı. Aynı kendi içindeki duyguları gibi belirsiz, karanlık ve de içine kapanıktı bu oda da. Çok severdi Pelin bu odada hayallere dalıp, bambaşka dünyalara gidip, uzun süre gerçek hayatla olan bağlantısını koparmayı. Fakat avukatlıktı mesleği, gerçekler her ne kadar istemese de çok ama çok yakınındaydı. Bazen gözlerini kapamış, kendini küçük bir ormanda hayal ederken, bazen lunaparkta adrenalin dolu aletlere binerken, bazen bir uçakta dünyanın öte ki ucuna giderken bazen de farklı tiplerdeki insanlarla konuşurken bulurdu kendini ta ki o sesi duyana kadar… Zıır. Telefon sesi ile irkildi Pelin. Arayan emniyet amiri idi. Bir an önce oraya gelmesini bildiriyorlardı kendisine. İçini korku sarıp sarmalamıştı anında. Ne yapmıştı ki çağırıyorlardı onu? Hayır, hayır bir yanlışlık olmalıydı. Bu yanlışlığı çözmek umuduyla tekrar yollara düştü Pelin. Allahtan bu sefer trafik daha durgunlaşmıştı da çok geç olmadan gelebildi emniyet amirliğine. Emniyet amirinin odasına girer girmez, gözlerine inanamadı. Yıllardır görmediği arkadaşı Ali tam karşısında ona ağlayan ve yalvaran gözlerle bakıyordu.
“Ooo Ali ne arıyorsun sen burada?”
“Ne sen sor ne ben anlatayım Pelin. Şu son 5 gündür çok kötüyüm. Gözüme uyku girmiyor ancak haplarla ayakta kalabiliyorum. Bir türlü aklımdan o sahne çıkmıyor. O kadar zalimce ki ben bile ne yaptığıma inanamıyorum.”
“Korkutuyorsun ama beni Ali. Artık ne olduğunu söyler misin?”
“Sen Sibel’i duymuşsundur hani benim eşim olan.”
“Evet, evet duymaz mıyım sizin aşkınız dillere destandı hatta ailelerinizin rızası olmamasına rağmen evlenmiştiniz ne büyülü aşk ama!”
“Ah işte o büyülü aşkı öldürdüm ben Pelin, yedim bitirdim. Kalmadı büyüsünden eser.”
“İnanmıyorum boşanıyor musunuz? Çok yazık ama nasıl?”
“Hayır, inan boşanmaktan da kötü bir şey bu. Ben, ben. Nasıl söylesem ki… Ben Sibel’i öldürdüm Pelin. Ama dur bak bir tepki vermeden sonuna kadar dinle. Yani haklısın ne desen suçluyum ama en azından dinle sus konuşma şimdi. Bak şöyle oldu bilirsin ben çok kıskancımdır. Geçen gün de gittiğimiz bir davette giydiği açık saçık elbiseye takmıştım. Orada ki bir adamda Sibel’e devamlı bakınca Sibel de üstüne üstlük ona karşılık verince adeta deliye döndüm. Bir de tüm bunların üstüne eve geri dönünce Sibel ne hoş ne tatlı adam demez mi alkolün de etkisindeydim hafif, bir anda ne olduysa aldım o bıçağı sapladım karnına. Hemen hastaneye yetiştirmek istedim ama yolda vefat etti. Ne kadar ağladım haddi hesabı yok. İnan böyle olsun istemezdim hiç”.
“Ben… Nasıl… İnanmıyorum sana Ali sen… Ne, ne sen… Sen ne yaptın?”
“Çok üzgünüm ama şimdi daha önemlisi sana muhtacım, sen benim kardeşim sayılırsın iki evladım var beni hapislerde süründüremezsin. Olan oldu fakat hayat devam ediyor, lütfen kurtar beni ne olursa olsun yatacaksam en az süre ile yatayım.”
“Nasıl yani inanmıyorum Ali bu durumda senin avukatın olup seni korumamı mı bekliyorsun? Bunu benden nasıl beklersin. Yıllardır görüşmüyoruz ama sen okumuş etmiş, profesör olmuş bir insansın. Aklım almıyor sen nasıl olur da karına kıyarsın. Cahilde değilsin ki istemeyerek yap. Senin gibi işinde en üst kademeye gelmiş bir insan bunu yapıyorsa okumamış insanlar ne yapsınlar? Ben bunu nasıl siniye çekerim nasıl?”
“Ne desen haklısın ama diyorum ya olan oldu işte, bir anlık bir öfke… Şimdi avukatım olmanı…”
Bu teklifin ardından karşısındaki adamın acizliği ve küçüklüğünden dolayı Pelin’in karnı ağrımaya başlamıştı bile. Hele hele Ali’nin iki tane çocuğu gözlerinin önüne gelince artık tanıyamadığı ona bu kadar yabancı gelen bir adamı bir daha ebediyen görmek istemediğini anladı ve derhal odayı terk etti.
İşte böyle avukat olmak zordu. Çok da istemeyerek seçmişti bu mesleği. Ailesi zorlamıştı onu. Ya avukat olacaksın ya doktor ya da mühendis demişlerdi. Başka meslek olmaz adam olamazsın demişlerdi bu yüzden de okulunu birincilikle bitirmiş, karnesinde hayatında bir kere bile 5’den aşağı not getirmemişti ama hayat denilen bu oyun bu macera çok daha fazlasıydı derslerinden. Okulda ilk önce çalışıp, öğrenip ardından sınava giriyordu fakat şimdi böyle insanların karşısında ilk önce sınava girip denetlenip ardından bir şeyler öğreniyordu.
Ve kararını vermişti şu an itibariyle hayatını mutsuzluklarla, yalanlarla geçirmek yerine gidecekti. Çok uzaklara hem de… Çocukluğundan beri isteyip de yapamadığı şeyi yapıp dünyayı gezecekti. İlk önce İtalya’dan başlamak istiyordu. Hep duyduğu modanın ve sanatın hâkim olduğu büyüleyici yer ardından çikolataların diyarı İsviçre ardından lale tarlalarının bulunduğu Hollanda, amazon yağmur ormanlarının olduğu Brezilya, piramitlerin ana vatanı olan Mısır, bağımsız yaşama düşkün bir yer olan Danimarka, rahat Akdeniz yaşamıyla İspanya… Ve dahası. Çok daha fazlasını gezmek istiyordu. Kocasını, işini, ailesini, sosyal hayatını, çevresini kısaca her şeyi geride bırakıp gitmek sadece ama sadece gitmek istiyordu. Hatta âşık olmak, gittiği tüm ülkelerde aşkın tanımını bulamayacağını bilse de aramak ve sonunda bir değil birçok adama âşık olmak istiyordu. Beyaz siyah ayrımcılığı olmaksızın her türlü insanla tanışmak, gittiği ülkelerdeki insanların dillerini az da olsa öğrenmek ,istediği gibi gezip alışveriş yapabilmek ve bin bir türlü çeşit yemek yiyip obez olmayı bile göz önüne almak istiyordu. Ayrıca her gün görüp de kıymetini bilemediği şeylerinde kıymetini bilmek, onları adeta hissedebilmek istiyordu. Mesela; denizin mavisini, bitkilerin köklerini, ağacın dallarını, kelebeklerin renklerini, kuşların gittikleri yerleri, toprağın altını, karın ve yağmurun tatlarını doyasıya hissetmek, keşfetmek istiyordu. Yaşayamadığı her şeyi yaşamak, sevmek sevilmek, pişman olmak, pişman etmek, intikam almak, aldatmak, aldatılmak bu tür duyguları tatmak kısaca farklı tür insanların yaşamlarını görünce kendi yaşamını da anımsamak istiyordu. Çünkü onun kaybedeceği bir şeyi yoktu bu saatten sonra.
Geçen hafta kontrole gittiği zaman doktoru ona acı haberi vermişti. Hani hep filmlerde dizilerde hele hele Türk dizilerinde geçerdi ya “birkaç ay ömrün kaldı benim bahtsız yavrum, gez eğlen dolaş, istediğini yap” hah işte aynen öyle doktoru da ona geçen gün öyle demişti.” “Amansız bir hastalık bu, tüm vücudunu sarmış durumda, üstelik çok da stres altındasın, rahat bırak kendini. Kalan zamanını doyasıya yaşa, hayat seninle değil sen hayatla oyna demişti”
İşte şimdi Pelin de tam bu tavsiyeleri uygulamak üzereydi. Tüm fedakârlıkları yapmaya hazırdı gitmek için. Hemen internetten dünya turlarına bakacak, biletini, otellerini ayarlayacak, akşam eve gittiğinde çaktırmadan bavulunu yapacak, bunca yıldır kahrını çeken kocasına iyi kötü bir mektup bırakacak ve 12 yılını geçirdiği o evden yavaşça uzaklaşacaktı. Bunca acımasızlığın bunca haksızlığın bunca adaletsizliğin döndüğü bu hayattan korkmuyordu. Ölümden korkmuyordu. O savaşacak mutlu olacak ve başaracaktı. Belki de bu “amansız” hastalıktan kurtulacaktı bile.
Hemen aynanın karşısına geçip baktı kendine. Bugün kendine ikinci bakışıydı. Ama bu sefer en farklısıydı. İlk defa yüzündeki kırışıklıklar veya kambur omuzları onu rahatsız etmemişti. Aynı profesörün ona önerdiği üzere aynaya bakıp gülümsemiş” merhaba hayat, bu oyunda ben de varım, her şey bundan 30 yıl öncesinde değil şimdi başlıyor” demişti.