Dinlemiyordum ne zamandır acılarımı. Kayıp sancılarda gardiyanı olmuyordum akılsız muntazam zannedilen zenne geçmişimin; bir dikene batan farkındalığın ısırığında elmalara günah aşırtıyordum. Kim ısırmış, kim yasağından delinen tövbelerden koşarak uzaklaşmış sorgulanmıyordu.
Yazmıyordum. Acılar, fay hattında bir zelzelenin en kısmetsiz yerinden çatlaması gibi bir şey oluyordu yazınca. Kalemden satırlara değil de kalbimden hezeyanlarıma saçılıyorlardı sanki. Bir kemanın bana parantez açtırdığı ve beni kendime tanıttığı arşesinden burkulmuş kalbimin kırık çıkık var zannedilen alay konusu oluyordum. Buruktu, buruk acı şarkısının ezberlenen nakaratından “sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı, hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı” silsilesindeydi her şey; sonra bir zelzele… Kelimeler birbirlerine benzemek için yarışırken literatürde ve bir parantez daha açılırken ömrümde, hiç kimse olmaktan daha önce hiç bu kadar nefret etmemiştim. Birinin bir şeyi olmak istiyordum. Ötekinin öte beri aldırmak için koşturmak zorunda olmadığı biri; ben yalnızca ve sadece özde yaşayan olmak istiyordum. Pırlanta kalbim kararmıştı, beştaşını düşürmüştüm yaşamımın. Tektaşla da evlendirmiyordu beni kederlerin perdelenmiş zayiatı.
Affediyorum. Herkes şöyle bir çekiledursun kenara; kime hakkım özde ziyan olduysa affediyorum. Misafir oluyorum yarına, kelebeklerinde kanat eksikliği var olunan yaşamın kolumun kalkmadığı ve bir türlü yaşam enerjisiyle dolamadığım kanadından nasip kısmet elbiseleri dikiliyor yarına.
Nasipse ve kısmetse uçarım yarınla, fiyonklu kalp kırıklıkları ecnebice bir şeyler söyler, ben onu “artık gidiyorum senden” anlarım. Bir şey olmaz, uçarım yarınla; bir göz görürüm gülmeli ve bana hep “seni seviyorum” demeli ezberlenmemiş gerçeklerde kalbime gülen bir göz…
Renginin fark etmediği hasrette adına “aşk” derim. Görürüm ben de yarınla kanadım pür pak…
Özel birine yazmıyorum ne zamandır. Zaten özellik kalbimden kaldırımlı yollara yazılan edepli aşk ünvanım kadar nesnel bir Allahaısmarladıktı. Beklenen ise rüya teslimatında horoz ötüşüyle günaydın gerçeğimle beni buluşturan bir finalin sonsuz yalnızlığıydı. Benim temam yalnızlık işliyor sanıyorsunuz, asıl yalnızlık beni TEMA’sı biliyor.
Kalabalıklardan sıyrılıp kollarını açarcasına bana koşan bir deliyken o, ben kendimde görünmeyen saadetin ısmarlanmış hüznünden kaçmak için ona varmaz mıyım? Bütün tükenişler bir üveyikliğe bakıyor.
Tamamlandı kokum, asırlık bir güneşte çizilen gökyüzünün hoş sedasıyla çalkalandı geçmişim; gözbebeklerim halkalı geçmişimin ıslak mührü…
Yol, bana yollar beni… Alıyorum iadeli taahhütlü cesaretimi; postalanıyor herkes. Utandırma beni kader, al yanaklarımdan başka insanların mutlu öpücükleri değil; gözyaşlarımın son teslim tarihi geçen kanalizasyonlu gözyaşları geçti. Söyleme sakın, bilmesin o her giden. Giden, beni akıtır çeşmenin suyundan, Fuzuliliğim artar. Hep bir harcanış birikintisi gibi çoğalırım eksikliğime. Yapma, bu yüzden söyleme sakın; o her gidene… Giden kimse, gelmemek için ödemişse her zulmü, kabarık faturasından benim fakirliğim bir alay konusu olacaktır. Tanıştırma beni, palyaço düzenin bir tek kendisini güldüremeyen eylemsizliğiyle…
Dilara AKSOY