“…Küçük çocuk ve herkesin korktuğu hayalet, iki yakın dost oldular. Hayaletin içindeki iyilik ve küçük çocuğun cesaretine bütün kasaba hayran kaldı.”
“Hadi bakalım, şimdi yatma vakti. Üstünü iyice ört oğlum.”
Timur, hikâyeden öyle etkilenmişti ki uykusu geleceği yerde kaçtı. Heyecandan içi içine sığmıyordu:
“Anne, bu hayalet arkadaşı bizim eve de gelir mi bir gün?” diye sordu hevesle. Gönül güldü ama bir taraftan da içinin bir köşesi sızladı. Oğlu, dokuz yaşında, sokaklarda koşup oynamanın en keyifli zamanlarındaydı ama ne yazık ki o, bir hayaletin arkadaşlığına özenecek kadar yalnızdı. Timur, çok zeki bir çocuk olmasına karşın bunun farkına varamıyor, düşündüklerini söyleyecek cesareti hiçbir zaman kendinde bulamıyordu. Gönül, bu durumdan kendini sorumlu tutardı. Babasıyla olaylı bir boşanma süreci yaşamışlardı. Tabii Timur da bu durumdan kendi payını almış, mutsuz bir ailenin verdiği güvensizlikle kendi kabuğuna çekilmişti. Gönül, buna izin verdiği için kendini hiçbir zaman affedemedi.
Bir mühendislik ofisinde çizim teknikeri olarak çalışıyordu. Yoğun bir çalışma programı vardı. Sıklıkla eve iş getirir, hatta bazen sabahlara kadar çalışarak proje yetiştirmeye çalışırdı. Bunun sonucu olarak Timur’la istediği kadar ilgilenemiyordu Gönül. Çocuğun durumu onu bir hayli endişelendiriyor ama ne yazık ki elinden fazla bir şey gelmiyordu.
Boşandıktan sonra Timur’la birlikte annesinin evine yerleştiler. Fevziye Hanım, kocasını yıllar önce kaybetmiş, ondan kalan iki katlı müstakil bir ev ve cüzi miktarda bir emekli aylığıyla, kızı ve torunu gelene kadar, tek başına bir hayat sürüyordu. Bir yuvanın yıkılması onu pek tabii üzmüştü üzmesine ama kızı ve torununun gelişi ona adeta yeni bir hayat, bir amaç bağışlamıştı. Aksi, kimseyi sevmeyen bir ihtiyar gibi gösterse de kendini, yalnızlıktan o da nasibini almıştı.
Timur’un ihtiyaçlarıyla Fevziye Hanım ilgilenirdi çoğu zaman. Onun da elinden çok fazla bir şey gelmiyordu artık. İyice yaşlanmıştı; oturduğu yerde sürekli uyuyakalır, yemekleri yakar, yapacağı işleri unuturdu.
Günler geçmesine rağmen o akşamki hayaletli hikâyeyi aklından çıkaramıyordu Timur. Ne kadar şanslıydı kitaptaki küçük çocuk; sadece kendisinin görebildiği ve onu asla bırakıp gitmeyecek bir arkadaşa sahipti. Ona öyle imrenmişti ki, sanki yanında biri varmış da onunla oynuyormuş gibi yapmaya başladı. Kimse olmadığını, kendi kendine konuştuğunu biliyordu. O yüzden sadece yalnız kaldığında oynuyordu hayali arkadaşıyla. Bir arkadaşı varmış gibi düşünmek bile hoşuna gitmişti.
Mahalledeki çocuklar pek aralarına almazlardı Timur’u. Yanlış bir şey söyleme korkusuyla hiçbir şey söylememeyi tercih ederdi çünkü Timur. Sessiz, kendi halinde öylece kenarda otururdu. Okulda da durum aynıydı; bütün çocuklar bağırış çağırış oynarlarken, Timur bir köşede tek başına oturur, ya bir kâğıda bir şeyler karalar ya da oynayan çocukları seyrederdi. Haline üzülüp de ara sıra yanına gelen bir tane arkadaşı vardı; o da geçen sene babasının tayiniyle başka bir şehre taşınmıştı. Hayatının ilk evreleri Timur için bir hayli zor geçiyordu.
Okuldan eve geldiğinde anneannesi her zamanki gibi horul horul uyuyordu. Üzerini değiştirdi ve arka bahçeye çıktı. Orada kimsenin onu görme ihtimali yoktu. Bahçenin dört bir yanını saran uzun çalılıklar bakımsızdı ama iş görüyorlardı. O gün hayali arkadaşına topraktan kale yapmasını öğretecekti. Kovasına biraz su doldurdu, oyuncak kazma küreğini aldı, toprağın bol olduğu bir yere yerleşti. Anlatmaya başladı:
“Bak şimdi, toprağı biraz kazıp sonra biraz suyla ıslatıyoruz.”
“Kiminle konuşuyorsun?” diye sordu biri arkasından. Timur utandı:
“Hiç kimseyle… Yani öylesine… Kendi kendime…” diye ağzının içinde bir şeyler geveledi. Bu çocuğu daha önce hiç görmemişti. Belki de yeni taşınmış, kimseyi tanımadığı için Timur’un yanına gelmişti. Çünkü biliyordu Timur; başkalarını tanısaydı onun yanına gelmezdi.
“Ben Berk,” dedi. “Neden tek başına burada oynuyorsun, ön taraf daha kalabalık?”
Timur bu soruya verecek cevap bulamadı. Diğerlerinin onu sevmediğini söyleyerek bu zar zor yakaladığı arkadaşlık şansını kendi eliyle itmek istemiyordu.
“Bazen hoşuma gidiyor. Öylesine işte,” dedi çekinerek.
Berk, Timur’un yaşlarında, Timur gibi sarışın ama onun aksine öne doğru değil, geriye doğru taradığı saçlarıyla çok daha kendinden emin duran, iri gözleri Timur’un ürkek bakışlarıyla tam zıt şekilde çakmak çakmak yanan, güleç, konuşkan, zayıfça bir çocuktu. Gülümsedi.
“İstersen birlikte oynayalım. Mahalledeki diğer çocukların kaba olduğunu düşünüyorum. Güçlerinin yettiğini ezerler ama aslında en korkak olanlar da onlardır. Böylelerinden oldum olası hoşlanmamışımdır. Sen öyle birine benzemiyorsun. Arkadaş olmak istersen seni ara sıra ziyarete gelirim.”
Timur, bu sözler üzerine şaşkınlıkla baktı Berk’in suratına. Diğerleri hakkında, hiç dile getirmese de, kendisi de aynı şeyleri düşünüyordu. Ne kadar güzel söylemişti Berk; en korkak olanlar onlardı. Gerçek bir arkadaşı vardı artık. Hem de ona acıdığı için değil, aynı düşünceleri paylaştığı için yanında olan bir arkadaş.
“Haklısın,” dedi. Düşündüğü kadar vurgulu söyleyememişti.
Gıcırdayarak kapanan kapının sesi duyuldu içerden. Annesi gelmişti. Demek akşam olmuştu. İnsan bir arkadaşı olunca zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyor tabii. Annesine arkadaşını göstermek için inanılmaz bir heyecan duyuyordu şimdi. Bağırarak içeri koştu:
“Anne! Gel, çabuk! Çabuk ol!”
Gönül, oğlunu bu kadar heyecanlı görünce meraklandı. Oğlunun arkasından hızla arka bahçeye çıktı. Görünürde bir şey yoktu. Timur’a baktı. Çocuk şaşırmış gibiydi.
“Şimdi buradaydı. Yemin ederim. Arkadaşım vardı. Beraber oynadık.”
“Belki annesi çağırmıştır, saat geç oldu.” Gönül bu utangaç arkadaşı göremese de bu habere çok sevindi.
“Hadi yemek yiyelim bebeğim, o arada arkadaşını anlat bana,” dedi.
Timur da ilk şaşkınlığı atmıştı üzerinden. Annesinin fikrini mantıklı bulunca morali yerine geldi. Yemek yerken Berk’ten bahsetti annesine.
“Adı Berk’miş. Yanıma geldi öyle. ‘Birlikte oynayalım’ dedi.”
“Nerede oturuyormuş peki? Aynı okulda mısınız?”
“Bilmiyorum,” dedi Timur. Bilmiyordu ki. Sormak hiç aklına gelmemişti. Zaten ne önemi vardı? Arkadaş olmuşlardı, önemli olan da buydu. Dünyanın en güzel günüydü o gün.
Timur çok fazla konuşmasa da gözündeki ışıltı kaçmamıştı Gönül’ün gözünden. Belki de her şeyin yoluna girme zamanı gelmişti. Şu gizemli arkadaşı merak etti. Her kimse, o çocuğa minnet duyuyordu.
Ertesi gün Timur, arka bahçede iki saat kadar bekledi Berk’i ama gelen giden olmadı. Zaten ‘her gün geleceğim’ dememişti ki Berk, ‘ara sıra gelirim’ demişti. Ümidini kesince eve girdi, üst kattaki odasında yalnız başına oyuncak arabalarıyla oynamaya başladı. Alışıktı zaten. Artık hayali arkadaşıyla oynuyormuş gibi yapmak da istemiyordu canı.
Eve gireli çok olmamıştı ki, ahşap merdivenlerin yukarı doğru çıkan gıcırtısını duydu. Aynı anda anneannesinin horlama sesini de duyuyordu. Annesi mi gelmişti? Saate baktı. Bu saatte hiç gelmezdi ki. Odasından çıkıp merdivenlere doğru baktı. Berk gelmişti! Timur öyle bir sevindi ki, neredeyse anneannesini uyandıracaktı.
“Gel hadi. Odamda tren var. Oynayalım mı?” dedi Timur heyecanla. Uzaktan kumandalı tren, en pahalı ve en sevdiği oyuncağıydı. Göstermek için sabırsızlanıyordu.
Parçaları kutudan çıkarıp tren raylarını birlikte kurdular. Trenin parçalarını da birlikte birleştirdiler. Treni rayların üzerine birlikte yerleştirdiler. Uzaktan kumandayı sırayla, birlikte kullandılar. Bunlar diğer çocuklar için çok olağan şeyler olmasına karşın, Timur için çok yeniydi. İki çocuk bir süre oynadıktan sonra Berk yerinden kalktı.
“Artık gitmem gerek Timur. Bugün çok eğlendim. Bence artık en yakın arkadaş olduk seninle. Ben daha sonra tekrar gelirim,” dedi. Parlayan gözleriyle Timur’un gözlerinin iyice içine bakıyordu sanki. Ne kadar derin bakıyordu bu çocuk. Timur büyülenmiş gibiydi.
Gerçekten ‘en yakın arkadaş’ mı demişti? Artık ‘en yakın arkadaşı’ mı vardı yani? İçinde fırtınalar kopuyordu ama sadece “Olur.” diyebildi. Neden öyle demişti ki? Kendine kızarken onunla birlikte merdivenleri gıcırdata gıcırdata indi aşağıya. Anneannesi uyanmıştı.
“Acıktın mı kuzum?” dedi Timur’a bakarak.
“Yok,” dedi Timur. Geri arkadaşına döndü. Sarılıp vedalaştılar.
Annesi geldiğinde hala yerinde duramıyordu. Gönül kapıdan girdiği gibi boynuna atladı.
“Artık en yakın arkadaşmışız. Öyle söyledi.”
“Arka bahçeye mi geldi yine?”
“Hayır. Odamda oynarken geldi. Yukarı çıkmış öyle.”
Demek yine kaçırmıştı gizemli oğlanı. En yakın arkadaş olmaya da ne çabuk karar vermişlerdi. Kendi göremese de annesi görmüştü en azından, rahatladı.
“Nasıl bir çocuk anne?” diye sordu Fevziye Hanım’a dönerek. “Malum ben bir türlü karşılaşamadım.” Fevziye Hanım şaşırmıştı:
“Ben kimseyi görmedim,” dedi elindeki örgüden başını kaldırıp.
“Unuttun herhalde yine anne. Kapıyı sen açmışsın. Timur yukarıdaymış Berk geldiğinde.” Gönül, annesinin unutkanlığının iyice ilerlemesine içerlerken Timur atıldı:
“Hayır. Anneannem uyuyordu Berk geldiğinde.” Gönül bu sefer şüpheyle baktı oğluna.
“O zaman kapıyı kim açtı Berk’e?”
“Bilmiyorum,” dedi Timur. Bilmiyordu ki. Sormak aklına gelmemişti.
Timur’un yalan söylemesini konduramasa da içine bir kurt düşmüştü Gönül’ün. İlgi çekmek için uydurmuş olabilir miydi bu arkadaşı? İçinde bulunduğu durumda pek şaşılacak bir şey değildi bu ama oğlu hiç yalan söylemezdi, çünkü onu öyle yetiştirmişti. Yine de biraz kurcaladı.
“Timur, acaba böyle biri olmayabilir mi?” dedi sesini incelterek. Oğlunu kırmaktan çekiniyordu. Yalnızlığını örtmek için kendince bir oyun yapıyordu belki de. İyice canı sıkıldı. Timur, annesinin bu sözlerine inanamayarak baktı; onu nasıl yalancılıkla suçlardı?
“Berk giderken anneannem gördü kapının önünde,” dedi bozuk bozuk. Ayıptı anneannesinin yaptığı da. İnsan söylerdi. Söyledi Fevziye Hanım:
“Hayır oğlum. Sen kapının önünde duruyordun. Dışarı çıkacaksın sandım, çıkmadın. Başka kimseyi görmedim ben.”
Timur şaşırmış ama daha çok üzülmüştü. Anneannesi belki unutmuştu, her şeyi unuturdu zaten, ama annesinin inanmamasına çok içerlerdi. Hiçbir şey söylemeden odasına kapandı.
Ortaya çıkma ihtimali çok düşük olan hatalarında bile kendi gelip itiraf edecek kadar dürüst bir çocuk, nasıl olmuştu da böyle basit bir yalanla dikkat çekmeye çalışmıştı? Gönül’ün aklı almıyordu.
“Aklım almıyor,” dedi annesine. “Benim oğlum yalan söylemezdi hiç.” Fevziye Hanım daha sakindi.
“Olur böyle şeyler kızım. Ne yapalım yalan söylediyse? Dünyanın sonu değil ya. Hem sen iyi yetiştirsen de o babası olacağın da kanı var çocukta tabii. Ak şeker, kara şeker, bir damar soya çeker.”
Fevziye Hanım eski damadına laf sokmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Ama Gönül bunları dinleyecek durumda değildi. Annesine cevap vermedi.
Timur, merdivenleri paldır küldür çıkmış, hiç huyu olmamasına rağmen odasının kapısını çarparak kapatmıştı. Arkasını döndüğü anda yatağına oturmuş olan Berk’i görünce ödü patladı.
“Ne işin var burada? Ne zaman geldin?”
“Yeni geldim,” dedi Berk, sanki yaptığı çok normalmiş gibi. Timur, annesini çağırıp Berk’i göstermek, kendisine yaptığı haksızlığı yüzüne vurmak için kapının kolunu yakaladığı sırada Berk de ayağa kalktı.
“Yapma bence. Çıkarken karşılaşacağız zaten. Şimdi bu sinirli halinle yanlış bir şey söyleyip anneni üzmeyi sen de istemezsin.”
Düşününce Berk’e hak verdi. Sinirliydi. Hem annesi dayanamaz, birazdan odasına gelir, kendisi görüp pişman olurdu yaptığına. Anneannesinin söylediklerine de aklı takılmıştı.
“Dün biz kapıda konuşurken anneannem seni görmemiş.”
“Oradaydım, biliyorsun.” Çok rahattı bunu söylerken. Haklıydı da üstelik. Oradaydı, biliyordu Timur. Ama bu her şeyi açıklamıyordu.
“Sana kapıyı anneannem açmamış. Nasıl girdin?” dedi. Onu sorguya çekermiş gibi görünmekten korkuyordu.
“Seninle birlikte girdim,” dedi Berk. Timur’un kafası karışmıştı. Sormak istedi ama kızar da gider diye korkusundan başka bir şey soramadı.
“Peki,” dedi sadece. “Resim yapalım mı?”
Boya kalemlerini getirdi, döktü ortaya. Daha yeni başlamışlardı ki Timur dayanamadı:
“Annemin yanına gidelim mi?” Cümlesi bitmeden pişman olmuştu bunu sorduğuna. Ama beklediği kötü tepki gelmedi Berk’ten:
“Olur,” dedi. “Ben de artık annenle tanışmak istiyordum zaten.”
Birlikte alt kata indiler. Annesi, anneannesiyle birlikte sofrayı hazırlıyordu. Timur’la Berk yemek masasının yanına kadar yaklaştılar. Annesi yanlarından geçti ikisine de bakmadan. Timur’un yalan söylemediği ortaya çıkmasına rağmen annesi görmezden geliyordu demek. Utanmıştı tabii söylediği sözlerden. Timur durumu anlayınca biraz rahatladı.
Fevziye Hanım, dikdörtgen masanın başköşesine oturdu. Sol tarafına Gönül geçti. Gönül’ün karşısına Timur oturdu, onun yanına da Berk geçti. Ancak masada sadece üç tabak vardı. Berk burada otururken ne kadar ayıptı yaptıkları. Berk alınıp da gidecek diye çok korkuyordu Timur.
“Anne, bir tabak daha koymayı unuttun herhalde,” dedi imalı imalı.
Gönül bir anlık öfkeyle kaldırdı kafasını. Bu kadarı da fazlaydı artık. Oyunun dozunu kaçırmıştı.
“Timur, yeter ama! Benimle dalga mı geçiyorsun? Yemeğini ye!”
Timur, annesinin davranışına anlam veremedi. Düzgün konuşmaya çalıştı.
“Anneciğim, bak bu arkadaşım Berk. Hani tanışmak istiyordun ya?”
Siniri iyice başına vuran Gönül, bu saçmalığa daha fazla katlanamadı.
“Orada kimse yok Timur! Yemeyeceksen kalk, odana git. Bununla ilgili başka bir şey duymak istemiyorum!”
Timur, kızgınlıkla şaşkınlık arası tuhaf bir duyguyla bir annesine bir Berk’e bakıyordu. Anneannesi bu konuşmaya hiç karışmıyor, kafasını bile kaldırmadan yemeğini yemeye devam ediyordu. Gerçekten görmüyorlar mıydı Berk’i? Buradaydı işte. Hatta gülümsüyordu. Bu gülümsemeyi biraz garip buldu. Sırası mıydı yani şimdi? Kalktı, hızlı adımlarla odasına gitti. Biraz düşünmeye, anlamaya ihtiyacı vardı.
Gönül’ün siniri geçmemişti. Timur odasına gittiği gibi söylenmeye başladı:
“Oyunsa oyun. Bu kadar uzatılmaz ki.”
Fevziye Hanım, kızının aksine biraz endişelenmiş gibiydi bu durumdan:
“Bir sakin ol, önce anlayalım neymiş ne değilmiş.”
“Nesini anlayacağız? Bariz oyun yapıyor, ilgi çekmeye çalışıyor. Görmüyor musun?”
“Olsun kızım, önce sakin olmak lazım. Bir şey varsa da böyle kızarak olmaz. Ateş, alevle söndürülmez.”
Masadan kalktılar. Zaten kimsede iştah kalmamıştı. Sofrayı toplarken Gönül hala düşünüyordu. Annesi haklıydı belki de. Böyle üstüne giderek daha fazla inatlaşmasına neden oluyordu Timur’un. Ya da daha kötü bir ihtimal vardı ki; onu aklına bile getirmek istemiyordu, oğlu sahiden biri var sanıyordu.
Timur, odasına giderken Berk’in de onunla birlikte geldiğini fark etmemişti. Sinirleri çok bozuktu.
“Seni neden görmediklerini söylüyorlar?” dedi. Berk’e kırgın gibiydi. Berk pek oralı olmadı. Hatta öyle bir tavrı vardı ki; sanki aşağıda olanlar, zaten öyle olmalıydı.
“Senin olduğun her yerde her zaman var oldum. Sen bile beni yeni fark ettin. Onlara biraz zaman tanı.” Timur’un kafası çok karışmıştı.
“Yani doğru mu? Seni görmüyorlar mı?”
“Hayır, görmüyorlar.” Berk bunu söylerken elindeki topu havaya atıp tutuyor, rahatlığıyla Timur’u daha da hayrete düşürüyordu. Timur birkaç dakika bir şey söylemeden düşündü. Sonra karar verdi; bunun tek bir açıklaması olabilirdi:
“Sen, o kitaptaki hayalet arkadaş mısın?” diye sordu merakla. Berk güldü.
“Hayır, tabii ki de hayalet değilim. Böyle söyleyip insanları kendine güldürme.” Bunu söylerken hala gülüyordu. Timur bozuldu ama biraz düşününce, oradaki hayalet olmasa bile muhakkak bir hayaletti. Sadece kendisinin görebildiği bir arkadaşı olsun istememiş miydi?
Annesinin yanına gitti koşarak.
“Anneciğim, özür dilerim, gerçekten göremiyormuşsun.”
Gönül tam rahatlayacaktı ki Timur’un yüzündeki anlamsız mutluluğu fark etti.
“Nereden anladın bakalım göremediğimi?” dedi şüpheyle.
“Kendisi söyledi.”
Bu cevap, Gönül’ü daha çok telaşlandırmıştı. Gerçekten görüyor olabilir miydi?
Kısa bir süre sonra Timur’a kitap okumak ve onu yatırmak için yukarı çıktı. Odasından sesler geliyordu. Kapıyı açmadan kulak kabarttı; biriyle konuşuyor gibi bir şeyler söylüyordu Timur, sonra cevap almış gibi gülüyordu. Gönül artık emindi; Timur ilgi çekmeye çalışmıyordu, ortada ciddi bir sorun vardı.
Ertesi gün, hiç vakit kaybetmeden, Sadi amcayı aradı. Sadi amca, psikolojiyle kafayı bozmuş bir tıp doktoru olmasının yanında, babasının yakın arkadaşı ve aile dostlarıydı. Ona, Timur’a o akşam okuduğu kitaptan başlayarak, odasından duyduğu seslere kadar her şeyi detaylı olarak anlattı. Sadi amca, durumun vahametini anlayınca Timur’u derhal görmek istedi.
Timur, bu ani Sadi amca ziyaretinin sebebini anlamıştı ama sorun çıkarmadı. Sadi amcayı çok severdi. İçeri girdiklerinde Sadi amca ayağa kalkıp gülümseyerek karşılamıştı onları. Koşup sarıldı Timur. Sadi amca da her zaman yaptığı gibi cebinden bir çikolata çıkarıp verdi Timur’a. Bu adamın cebinde bitmek tükenmek bilmeyen bir çikolata denizi vardı sanki. Eliyle Gönül’e oturacak yer gösterdi. Kendisi masasına geçerken Timur’la Berk de yan yana duran iki sandalyeye oturdular. Timur, Berk’i kendisinden başka kimsenin göremediğini anladığından beri ona çok fazla bakmamaya, birileri varken onunla konuşmamaya dikkat ediyordu.
Karşılama merasiminden ve kısa bir sohbetten sonra Sadi amca Gönül’e dışarıda beklemesini söyleyip, Timur’la -ve Berk’le- yalnız kaldı. Sadi amca, hiç dolandırmadan doğrudan konuya girdi:
“Anlat bakalım çocuğum, nedir bu annenin bahsettiği mesele?” Konuya doğrudan girmeyi severdi Sadi amca.
“Arkadaşım var ama kimse görmüyor,” dedi Timur çok olağan bir durumdan bahsedermiş gibi. Bu olayın onun için normalleştiği açıktı.
“Şu an burada mı?”
“Evet.”
“Adı ne?”
“Berk.”
“Peki, Timur. Sence onu neden senden başka kimse göremiyor?”
“Çünkü o hayalet arkadaşım.” Bu cevabı beğenmeyen Berk söze karıştı:
“Sana hayalet olmadığımı söylemiştim.” Berk konuşunca Timur gayriihtiyari ona doğru döndü bir anda ama hemen topladı kendini. Bu dönüşü yakalamıştı Sadi amca:
“Sana bir şey mi söyledi?” diye sordu. Timur bir an için tereddüt etse de doğruyu söyledi:
“Bana daha önce hayalet olmadığını söylemişti. O yüzden uyardı.”
“Hayalet değilse ne o zaman?”
“Bilmiyorum.” Burada bitirmeye niyeti yoktu Sadi amcanın.
“Görünüşü nasıl, biraz anlatır mısın?”
Anlattı Timur. Kısa cümlelerle geriye doğru taradığı sarı saçlarından, çakmak çakmak bakan gözlerinden bahsetti. Timur’un ağzından laf almak zordu. Sadi amca iyice meraklanmıştı.
“Rica etsem, Berk benimle konuşur mu?” Timur cevap veremeden Berk atıldı:
“Evet, konuşurum tabii.”
“Konuşurmuş,” dedi Timur. Sadi amca doğrudan Berk’e hitap ederek konuşmaya başladı:
“Konuşmayı kabul ettiğin için teşekkür ederim Berk. Şimdi bana kim olduğunu anlatır mısın?”
“Ben, Timur’un en yakın arkadaşıyım. Ona, kendisinden daha yakınım. Onun olduğu her yerde ben de varım ve o benim olduğum her yerde olacak.” Timur, Berk’in bu sözleri üzerine ağlayacaktı neredeyse, kendini tuttu. Aynen tekrarladı söylediklerini.
Sadi amca şaşkınlığını gizleyemedi. Beklediği sözler değildi bunlar. Berk, Timur’un kafasındaydı ama konuşma şekilleri hiç benzemiyordu. Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Timur kendini ifade edemeyecek kadar çekingen bir çocuktu ama başka birinin ağzından çok düzgün ve özgüvenle açıklıyordu düşündüklerini. Birtakım notlar aldıktan sonra devam etti konuşmaya:
“Ne amaçla Timur’un yanındasın?”
“Bana ihtiyacı olduğu için buradayım. Daha fazla sessiz kalamazdım.” Timur bu sözlere pek anlam veremese de tekrarladı.
“Kendini göstermek için neden bu zamanı seçtin?”
“Ben seçmedim, Timur seçti.” Sadi amca anlamaya başladığını düşünüyordu.
“Teşekkür ederim Berk, güzel bir sohbet oldu,” dedi. Timur’a da dönüp teşekkür ettikten sonra annesini çağırmasını söyleyerek ‘onları’ bekleme salonuna gönderdi. Gönül gelene kadar konuşma boyunca aldığı notları karıştırdı. Düşündü, ölçtü, tarttı, biçti… Gönül geldiğinde kararını vermişti:
“Sana hem iyi hem de kötü haberler vereceğim, lakin iyi ve kötü birbirine öyle karışmış ki anlatması pek kolay değil.” Gönül korkmuş görünüyordu.
“Sadi amca, korkutma insanı.”
“Korkulacak bir şey yok ama dikkatli olmak zorundayız. Timur, Berk’i gerçekten görüyor.”
Gönül, hem beklediği hem de duymak istemediği bu haber karşısında adeta yıkıldı, başını ellerinin arasına alarak durumu hazmetmeye çalıştı. Sadi amca devam etti:
“Çünkü, Berk gerçekten var.” Gönül kafasını kaldırarak Sadi amcanın yüzüne baktı şaşkın gözlerle. Ne saçmalıyordu bu adam?
“Ne diyorsun Sadi amca?” dedi. “Ne anlama geliyor bu?” Sadi amca elleriyle sakin olmasını işaret etti Gönül’e.
“Biliyorsun, Timur küçüklüğünden beri, tam tersiymiş gibi gösterse de, aslında çok zeki, fikirleri olan, mantıklı bir çocuk. Yani görünen Timur’dan epey farklı. Görünen Timur, asıl Timur’u özgüvensizlik perdesinin arkasına o kadar iyi saklamış ki, asıl Timur bağırıp çağırsa da sesini kimseye duyuramamış. Ne büyük şanstır ki pes de etmemiş, hep bir yol aramış geri dönebilmek için. Ona okuduğun kitabı bir çıkış kapısı olarak görmüş ve Berk olarak hayatına girip onunla arkadaş olmuş. Bunlar sana karışık gelecektir elbette. Ancak derhal kendini toparlamak zorundasın. Timur çok kritik bir dönemden geçiyor.”
Gönül idrak etmekte zorlanıyordu. Nasıl mümkün olabilirdi böyle bir şey? Beyninin büyük bir bölümü Sadi amcaya güvense de bir grup isyankâr beyin hücresi çığlık çığlığa bunun imkânsız olduğunu haykırıyordu. Kalktı, camdan dışarı baktı bir süre konuşmadan. Bir karar vermesi gerekiyordu. Sonunda isyanı bastırdı ve Sadi amcaya döndü.
“Ne yapmamız gerekiyor peki?”
Sadi amca aldığı cevaptan memnun, “Berk’e saygı duyacağız,” dedi. Gönül anlıyordu artık. Bu psikoloji denen şey bazen öyle karmaşık bir hal alıyordu ki; imkânsız şeyler imkân buluyordu demek.
Bekleme salonuna gidip Timur’u buldu. “Gidiyoruz oğlum,” dedi. Timur, ürkek bir ceylan gibi hakkında verilmiş hükmün açıklanmasını bekliyordu. Bir şey söylemeden itaat etti. Oturduğu yerden kalkıp annesinin sol elinden tuttu. Yürümeye başladılar. Gönül, bir anlık cesaretle, sağ elini sanki sağ tarafında biri varmış gibi uzattı. Timur şöyle bir bakıp gülümsedi sağ taraftakine. Gönül anladı ki Berk, uzattığı ele cevap vermişti. Parmaklarını bir eli tutarmışçasına hafifçe kapattı. Derin bir nefes verdi. Yapılması gereken buysa, yapılacaktı.
Timur olanlara inanamıyor, hayretle bakıyordu Berk’in bulunduğu tarafa. Demek onu deli ilan etmek yerine onunla beraber delirmeyi seçmişti herkes.
Berk ise annesinin elinden tutmuş, eve doğru yürürken keyifliydi. Her şey düşündüğü gibi ilerlemiş, annesi varlığını kabullenmişti. Sırada ‘Timur’ olmak vardı. Timur’u hapseden o korkaklığı kendi çıktığı deliğe kapatmalı, Timur’un hayatını -kendi hayatını- kurtarmalıydı.
Uzun yıllar içinde Timur ‘Berk’ oldu, Berk de ‘Timur’. Tek vücutta buluştu iki en yakın arkadaş. Korkaklığı birlikte yok ettiler. Birlikte karıştılar insanların arasına. Timur da Berk de bir daha hiç görünmez olmadılar.