Bir zamanlar, her gün bir zeytin ağacının altında uyuyan bir gezgin varmış.
Gezgin karanlıktan korkarmış. O yüzden güneşin batmasını hiç istemezmiş. Güneşin olmadığı karanlık geceden, ışıksız kalmaktan korkarmış.
Yine bir akşamüstü… Güneşin batmasına yakın, gezgin zeytin ağacının altında karanlık gecenin gelişini endişeyle izlerken aklına bir fikir gelmiş. Ayağa kalkmış ve Güneş’in battığı yöne doğru yürümeye başlamış. Batıya doğru gitgide hızlanmış. Ve sonunda koşmaya başlamış. Saatler boyu koşmuş durmuş. Fark etmiş ki, koştuğu sürece Güneş hiç batmıyor. Hoşuna gitmiş. Koşmaya devam etmiş. Aylarca, yıllarca koşmuş durmuş solgun, alev gibi kırmızı akşamüstü güneşinin peşinden.
Bir gün gezgin farkına varmış. Kendi kendine ”Güneş ne kadar solgun. Ne kadar üzgün ve umutsuz.” demiş. Güneşin tüm ışıltısıyla gökyüzünde parladığı günleri özlemiş. Aniden durmuş. Yıllarca batmasın, dağların arkasında kaybolup gitmesin diye peşinden koştuğu Güneş’in batışını izlemiş. Çöken karanlık gecenin ortasında, bir zeytin ağacının altına oturmuş.
Zifiri karanlığın içinde, yüreğinde müthiş bir korkuyla Güneş’in tekrar doğmasını beklemiş bütün gece. Ve sabah olunca karşısında bambaşka, ışıl ışıl, umut saçan, sapsarı bir Güneş bulmuş. O an anlamış ki, hayatta yeni bir Güneş’in doğması için, önce eskisinin batması lazım. Yeni umutlara ulaşabilmek için, önce eskilerin unutulması lazım.
Ama gezgin o kadar uzun süre koşmuş ki sönük Güneş’ini yakalayabilmek için, artık yaşlanmış. Hayatında bir daha, yeni kavuştuğu ışıl ışıl, yeni umutlara gebe sabah Güneş’inden başka Güneş göremeyeceğini anlamış. Sönük bir umudun peşinden koşarken kaçırdığı onlarca Güneş’i düşünerek, yaşlı bir zeytin ağacının altında keder içinde ölmüş.
Her gün dağların arasında kaybolur Güneş, ertesi gün tekrar doğmak üzere. Hüzünlü her gün batımı, mutlu bir sabaha gebe olur.