İkimiz de bizi karşılamak için bekleyen halka doğru hızlı adımlarla yürüyorduk, sanki birimiz diğerinden önce varsa onların yanına; yıllardır süregelen düşmanlığımıza düşmanlık eklesek bile “Zafer benim!” naraları atacaktık. O benden daha çok hızlanınca koşmaya başladım. İskelede bizi bekleyen onlarca insan vardı; çocuklar, yaşlılar, ergenler, ana kucağında olan bebekler… Erkekler, kadınlar…
En önde duran bayan sadece bana bakıyordu, onun sadece beni beklediğini hemen fark edebilirdiniz, herkes gibi. Uzun siyah saçları, kahverengi gözleri ve bebeksi yüzüyle değil de bana ciddi bakışıyla fark etmiştim onu. Orta boylardaydı, elinde mavi bir çanta, beyaz renkli İphone’u vardı. Hemen yanında duran adamın mavi çantalı bayanın eşi olduğunu tahmin etmiştim. Top sakalı, çekik gözleri ve her daim gülümseyen edasıyla bir bana bir de yanımdakine bakmaktaydı, onun hangimizi beklediğini tam olarak kestiremiyordum. O kadar kalabalıktı ki, sanki dünyanın bütün insanları bizim için gelmişlerdi. Koşuyorken bir yandan da bunları aklımdan geçiriyor oluşum insanlar tarafından en çok benim tercih edilme sebebimi haklı gösterir gibiydi. İskele’ye yaklaşıyorken yanımdakinin bana çelme takmaya çalıştığını fark edip ona bir tekme attım. Bu hâlimi görenler şaşkına uğramış gibiydiler. Bazen benim de kendime özgü geçerli sebeplerim vardı, o yerde can çekişirken kalabalıktan gelen seslerin bazıları bana söver, onu da ahlarla vahlarla temsil eder gibiydi. Sonra dayanamayıp ona elimi uzattım, onca zamandır süregelen düşmanlığımıza zeytin dalı uzatmak gibi bir şeydi bu.
Nezaketten anlar mıydı bilmiyordum bu zamana kadar ama; o da elini uzatmıştı. Kalabalık halk bizi alkışlıyordu ve birden onu gördük! Ufacık tefecik boyuyla bile ikimizin de dikkatini çekmeyi başarmıştı. Onu fark etmek diğer herkesi bize unutturmuş olacak ki, el ele tutuşup onun yanına gittik, bize bakıp gülümsüyordu. Kumral saçları, yeşil gözleri, beyaz teni ve makyajsız hâliyle bile dikkatimizi çekmişti. Sanki gözlerinde bir esrar vardı, mavi çantalı bayanın yanında duruyordu.
İlk hamleyi ben yapıp ona “Merhaba” dedim.
“Merhaba” dedi çekingen gülümseyerek. “İtiraf etmeliyiz ki bunca insanın arasından en çok siz dikkatimizi çektiniz.”
“Öyle mi? Teşekkür ederim” derken yanakları utançtan kızardı. Çok sadeydi, duruydu. Mavi çantalı bayanın yanında durduğuna göre tanışıyor olmalıydılar. Mavi çantalı bayan, yanındaki ufak tefek bayana bakarak gülümsedi. Mavi çantalı bayan bir de en çok bana bakıyordu. Onun en çok beni sevdiğinden daha bir emin olmuştum.
“Benim kendimi tanıtmama gerek yok sanırım, ben gerçek” dedim.
“Evet, biliyoruz” dedi mavi çantalı bayan.
“Ben de hayal” diyerek hemen atıldı hayal.
“Seni de biliyoruz” dedi mavi çantalı bayan otuz iki dişini gösterircesine gülümseyerek.
Yanlarına varmış olmamızın sevinciyle bütün bir halk bizi alkışlamaya başladı. Hayal ile selam verdik.
Ufak tefek, yeşil gözlü bayan kalabalıktan sıkılıyor gibiydi. Bunca insan arasından onu seçtiğimizi söyleme kararı aldım hayale sormadan.
Mavi çantalı bayan derhal müdahale etme gereği duydu. “O en çok hayali ister.”
Hayal, gözlerime “Ben kazandım” zaferiyle bakarken ben yeşil gözlü bayana bir kez daha bakma gereği duydum.
“Buradan bakınca hiç de öyle görünmüyor. Sanki…”
“ Ben küçüklüğümden beri hayali isterim. Çünkü bilirim insan hayalsiz yaşayamaz. Seninle de işim olmuştur. Ama ben ikinizi harmanlarım, olmayacak bir şeyi istemedim hayatımda. Olmasını istediğim, olabilecek şeyleri istedim ve bunun için de ikinize birden ihtiyaç duyduğum zamanlarım oldu.”
Mavi çantalı bayan beyaz renkli İphone’nunu sıkı sıkıya tutup artık kardeşi olduğundan iyice emin olduğum bayana dönüyor.
“Ben de çocukken hayal kurmuşumdur elbet. Sadece hayal kuran sen değilsin, hepimiz hayal kurarız. Öyle değil mi arkadaşlar?”
Biraz öncesine kadar bizi alkışlayıp, gürültüsünü bariz bir biçimde göstermeye çalışan halk şimdi sessiz… O vakit anlıyorum çok az insanın hayal ile işinin olduğunu.
Ufak tefek bayana ismini sordum.
“İsminiz nedir?”
“Prenses.”
Prenses, ismini söyleyince halk kahkahalarla güldü, ablası da Prenses’in kolundan çıkmak üzere olan çantasını düzeltme gereği hissetti.
Hayal daha fazla dayanamadı. “Sanırım hayalinde kendini de bir prenses olarak görüyorsun.”
“Hayır. Benim öyle krallı, kraliçeli, prensesli hayallerim olmadı ama ben hep büyük şeyler istedim hayattan. Boyumdan büyük şeyler. Seni de sevdim, salıncakta sallanıp gökyüzüne baktığım anlarda en iyi arkadaşım sen oldun çocukken. Büyüdükçe seni daha az hatırlar oldum, yetişkin olan her insan bu yüzden eksikti büyürken… Bizler hayal kurmanın sadece çocukluğa özgü bir şey olduğuna inanarak yaşamışız çünkü. Yetişkin birinin trenin üzerinde dans ettiğini hayal etmesi sakıncalı ama bir çocuk bunu gönül rahatlığı ile düşünebilir. Bastırılmış duyguların barakasıdır büyümek.”
Prenses bu cümleleri kurarken halk kâh gözü yaşlı, kâh tebessüm doluydu. Ablası ise susarak kardeşini izliyordu. Sonra birdenbire derinlere daldı ablasının gözleri, denizin en ıssız bucaksız köşesinde kaybettiği hayallerini arar gibiydi. Kim bilir zamanında ne hayalleri olmuştu da, onları katık etmişti gönlünün sularına. Belki bazıları olmuştu, belki olamamıştı ve kendi gönlünün sularında boğulmuştu.
Başında şapkası, gözlerinde güneş gözlüğü olan hafif kilolu adamın yanında Prenses gibi ufak tefek, saçları omuzlarında ela gözlü bir bayan vardı. Prenses’in konuşmalarından sonra gözyaşlarını silercesine ağlıyordu bayan. O anda hayal ile anlamıştık kadının Prenses’le Prenses’in mavi çantalı ablasının anneleri olduğunu… Yanındaki adam da babalarıydı. Babaları da güneş gözlüğünün altından siliyordu gözyaşlarını. Herkes yitirmiş miydi hayalin pembe dünyasını, yoksa kimileri korkmuş muydu hayallerinin gerçek olamayışından? Aslında biz hiçbir zaman birbirine garezi olan iki düşman değildik. Hayal’le. Aslında biz, ikimiz her daim birbirimizi tamamlamak için yeminliydik. Çocukluğunu ve hayallerini kaybetmiş insanlar anlayamazlardı bunu.
Dayanamayıp hayalin yanağından öpen kısa boylu ve Prenses’in bir diğer ablası olduğunu bariz biçimde gösteren bayan yaşlı gözlere bir tebessüm sunmuştu adeta. Prenses sonunda dayanamayıp hayal ile ikimizin ortasına geçti. Lacivert çantasını boynundan çıkardı. Sanırım bu onun için özgür olmanın ilk adımıydı. Hayal ile ellerimizi üst üste koydu. Mikrofonunu eline alan bir konuşmacı gibiydi.
“Sesim size ulaşıyor mu bilmiyorum. Hayatın yolu hangi yönden akarsa aksın siz hâlâ o çocuklarsınız. Bedeniniz büyüdü, saçlarınızdaki aklar, hayatınızdaki telaşlar sizi büyüttü. Hayalin düşüp kendini incitmişliği; kırılmışlığı, kanadında yaralar biriktirmişliği sizi de hırpaladı, yordu. Yalnız, sakın ondan vazgeçmeyin. Gerçeklerden de kopmayın. Hayaliniz en uçsuz bucaksız olanı istemek olmasın. Kırılırsınız. Bir tebessüm hayatınızı değiştirecekse öncelikle o tebessümün size katacaklarını hayal etmekle başlayın. Onu koşulsuz arzuladığınızda hayal gerçeğe dönecektir zaten. Aslolan hangisi bilmem… Belki de ikisi birden var, hayalin de en az gerçek kadar somut bir hâli var. Beynimizde düşünebildiğimiz ve olabileceğine inandığımız, olması mümkün olan her şey olmadan önce bir hayalken aynı zamanda da gerçek.”
Hayalin gözlerindeki yaşlar dinmek bilmiyordu. Prenses’in mavi çantalı ablası da gözlerindeki yaşlar belli olmasın diye güneş gözlüğünü takmıştı. O anda anlamıştım duygularını ve çocukluğunu içine gömen biriydi o. Ben hayal gibi olsaydım, kendimi kıskanırdım. Çünkü mantıklı olduğunu söyleyen her birey öncelikle beni tercih ediyor. Şunu da itiraf etmeliyim ki, ben hayal olmadığım için onu çok kıskanıyorum. Umut önce onda başlıyor çünkü. Prenses’i yanaklarından öpüp ona, onu seçtiğimizi söylüyoruz.
“Ben ezelinden beri ikinizle birlikteyim zaten. Mühim olan başka insanların hayallerimize, gerçeklerimize, yapabileceklerimize, yapmayı düşündüklerimize inanmaları değil ki. Mühim olan bizim kendimize olan sonsuz inancımız. Ben öncelikle beni yaradana, sonra kendime ve size inanıyorum. Benim gerçeğim ellerimde, benim gerçeğim kalbimde ve benim gerçeğim düşünüp de gerçekleştirmek için çabaladıklarımda…”
Hayal bu kez benden önce varmıştı varması gereken yola. Bir ben kalmıştım Prenses’in yanında, yalnızca ben. Başka hiç kimse yoktu. Artık birbirimizin elinden tutup ona gerçeklerini yaşatmamın vaktiydi. Çünkü hayal ile gerçeğin harmanlandığı gerçeğine inanan tek gerçek oydu…
Dilâra AKSOY