Yeni boyanmış deri botlarıma bakarak yürüyordum. Saat sekize beş vardı. Vücudumda korkunç bir ağrı geziniyordu. İki haftadır ara vermeksizin çalışıyordum. İçimden, bir şey olsa da bugün işe gitmesem, diye geçiriyordum. Ama bu konuda o kadar umutsuzdum ki ikinci defa dileyememiştim.
Zevk aldığım bir hayat sürmüyordum. Bu işe girmemle birlikte ise daha da tatsız hale gelmişti. İşe gittiğim vakitte de döndüğüm saatte de her yer ıssızdı. Kafamın içi bomboştu, gözlerimin ardı da. İçimin doluluğunu hiç fark etmemiştim bugüne kadar. Oysa en ufak bir eksiklik hemen kendini belli ediyordu. İçimde bir şey kalmamış gibiydi. Yuttuğum lokmalar sanki bir yere varamadan yok oluyordu.
Caddeye çıktığımda insan sayısı artıyordu. Tüm o insanların da işe gideceğini biliyordum ancak yalnız olmadığıma inanasım gelmiyordu. Hiçbiriyle bağ kurabileceğimi sanmıyordum. Onlara eskisinden daha uzun süre bakıyordum ama bunu onları incelemek için yapmıyordum. Düşündüğüm bir şey de olmuyordu haklarında. Önceleri insanları gözlemlemek hevesle yaptığım bir işti. Onları çözdüğümü zannaderek, kendimden yola çıkarak onları yargılardım. O zamanlan yazarlık hedefim de vardı ve gerçek kişiliğim suskun olsa da kağıt üzerinde epey gevezelik ederdim.
Şimdiyse onlarda gördüğüm, benimkinden farksız anlamsız varlıkları. Her noktada gördüğüm anlamsızlığın yeniden üzerime çullandığını hissediyorum fakat eskiden olduğu gibi bu duyguyu tüm gözeneklerime dolacakmışçasına korku ve tiksintiyle duymuyorum. Sokaktaki köpek ya da bu insanlar ya da ben, bütün bunlar neyse anlamsızlık da o. Hayatla tutuşulan kavgada galip gelemeyen herkesin ulaşacağı son: dinginlik. Belki bezginlik.
Bırakmak bu işe son vermemi sağlayabilirdi, şayet ensesinden tutulmuş bir yavru köpek olmasaydım.
Telefon titreyerek çaldığında yine geciktiğimi sanmıştım. Sadece bugün işe gelmemem söylendi.