HİÇLİKTEN ÖLÜMSÜZLÜĞE
Çemberin başlangıç noktası yoktur. Aynen bunun gibi öğrenmek ve öğretmek de sürekli bir döngü halindedir. Ayrı düşünülemezler. Öğretmenin başladığı yer öğrenmek olduğu gibi her öğrenenin de bir öğretmeni vardır elbet. Birbirini takip eden tamamen aynı kökte ancak kemiyette farklı iki eylem… Öğrenmek değerlidir. Peki ya onu öğreten olmak? Daha yüce değil midir diğerinden? Öğretici olmak, ıslah edici olmak, yol gösterici olmak, içinde bulunduğu toplumun ahlak düzeyini ve kültürel yapılanmasını inşa etmek, öğrenmek için diz kırıp oturmuş nesle bildirmek için çıkılmış kutlu yola hayatını adamış olmak… Nasıl yüce olmasın?
Yaratan’ın Hz.Adem’i çamurdan yaratıp ruhundan üflemesiyle başladı her şey insanoğlu için. Allah Adem’i yarattı ve ona bilmediklerini bildirdi. Ona doğru ile yanlışı öğretti ve onu dünyaya gönderdi. Adem de tüm öğrendiklerini nesline aktardı. Yani daha tarih çizgisi başlamadan çok önce başladı öğrenme olayı. Daha dünya tepsi şeklindeyken, Amerika yokken, maddeler bölünemeyen anlamına gelen ‘atomos’ isimli parçacıklardan oluşmaktayken, meşhur elma yer çekimine meydan okurcasına ağaçta sallanırken, Arşimet’in tası daha suya değmemişken… Bütün bu keşifler öğrenme arzusundan doğmamış mıydı? Öğrenmek, keşfetmek ve onları yeni nesillere aktarabilmek… Galileo, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü iddia ettiğinden ve bu kirletici(!) düşüncelerini yaymaya çalıştığından son on yılını engizisyon mahkemelerinde geçirmiş ve idam sehpasını görmüştür. Hatta bu öğrenme ve öğretme çabaları öyle ileriye gitmiştir ki ölüm dahi onların bu isteğinin karşısında duramamıştır. Lavoisier, giyotinle ölüme mahkum edildiğinde arkadaşına “Kafam düştüğünde gözlerime bak. Eğer onları kırparsam, insanın kafası kesildikten sonra bir süre daha beyin düşünmeye devam etmekte demektir.” diyerek ölmeden önceki son isteğini belki de cevabını hiçbir zaman anlayamayacağını bildiği halde öğrenmek tercihi üzerine yapmıştır. Öğrenmek olmasaydı öğretmek mümkün olabilir miydi? Eğer Galileo idam sehpasında oynadığı üç maymunu ömrü boyunca oynasaydı, merak etmeseydi, keşfetmeseydi Dünya, Güneş Sistemi’nden fırlayacak mıydı? Heyhat hayır! Peki bugünlere kalabilir miydi? Heyhat yine hayır! O öğrenmek istedi ki öğretebilsin. Ölümsüzlüğün bir diğer adı değil midir öğretmenlik?
Öğretmenler, ölümsüzlüğe aday gösterdikleri eserleriyle kazanmışlardır kimliklerini. Bu aynı zamanda kimliksizliğin kimliğidir. Eğer öğretmensen Sedat, Vedat, Ahmet, Kemal değilsindir. Öğretmensindir sadece. Kimliğinde öğretmen yazmasına gerek yoktur. Kişiliğine kazanmıştır kimliksizlik kimliği. Eğer öğretmensen ömür boyu taşırsın bu vazifeyi. Hani derler ya pazara kadar değil mezara kadar. Öyle işte. Öğretmen bu vazifeyi öyle taşımalı ki sırtında kambur değil, dayanacak destek olmalı. Yürüdüğünde engel değil, yürünecek yol olmalı. Öyle taşımalı. Denize düşmüş boğulacakken son anda atılan can simidine tutunur gibi tutulmalı vazifesine. Bir fener gibi ışımalı karanlıklara. Kutup yıldızı gibi olmalı mesela. Kaybolduğunu anladığın anda tutmalı kolundan, çevirmeli başını doğru yöne. Gerekirse koyun güden bir çoban edasıyla “Hooov!” demeli buldurmalı yolunu. Yol göstericinin bir diğer adı değil midir öğretmenlik?
Seksenli yılların Divriği’sinde bir kıraathanede oturmakta Muallim Efendi. Bir dayı geliyor karşıdan. Pos bıyıklı, saçı yer yer dökülmüş, güneşten kararmış alnı kasketinin altından belli olmakta olan has Anadolu insanı… Nihayet varıyor yanına. Bir selam veriyor utana sıkıla. Tabi kasket artık başında değil, ellerinin arasında. Eller ise üst üste. Sadece tepesi görünüyor eğik başının. “Rahat ol dayı. Konuş.” diyor Muallim cesaret verircesine. Yine de rahatlayamıyor dayı. “Sen tahsil görmüşsün oğul. Bizim muallimlere garşı boynumuz gıldan ince.” diyor ekliyor sonra ricacı kırmızı bir yüzle: “Benim böyük oğlanı da alsan sınıfına he Muallim. Accık ilim görüversin. Adam olsun.” İşte bu kadar basit her şey… Öğretmenlik hakkında söylenebilecek her şeyi söylüyor yılların belini büktüğü civanmert dayı. Dayının derdi değil oğlu okusun tahsil görsün. O, adam olmasını istiyor çocuğunun. Öğretmenin vazifesi olarak görüyor bunu. Adam oldurmak. Muallim de geri çevirmiyor dayının ricasını alıyor çocuğu sınıfına. Geldiğinde başıbozuk bir nehirken yatağını bulduruyor delikanlıya. Sabırla işliyor eserini. Budanacak yerleri buduyor, törpülüyor, zımparalıyor. Yeni bir şekil veriyor ona. Adam ediyor yani. O tahsil gördüğü ve gördürdüğü için muallim olmamıştır halkın gözünde. Muallim olduğu için muallimdir. Örnek alınacak bir kişi, bir rehberdir o. Çünkü ancak o adama tabi olunarak adam olunur. Çünkü muallimdir o. Adam oldurucudur bir deyişle. Yani kimliği eserleriyle tanımlanır ve var olur.
Tarih boyunca bütün öğretmenler bugünlere eserleriyle gelmişlerdir. Ölümsüzlüğe eserleriyle soyunmuşlardır. Akşemseddin’in Fatih’e öğrettiği her şey İstanbul kadardır. Abdülhakim Arvasi’nin Necip Fazıl’a öğrettiği her şey Büyük Doğu kadardır. Tebrizli Şems’in Mevlana’ya öğrettiği her şey gönül kadardır. Sütçü İmam’ın, Nene Hatun’un öğrettiği her şey Türkiye kadardır. Ömer Seyfettin’in Sait Faik’in öğrettiği her şey yazmak kadardır. Kısaca herkes bildiği kadar öğretir ancak öğrettikleri takdirde ölümsüzdürler. Ancak eserleriyle var olabilirler. Bu eser bir kitap olur, insan olur veyahut düşünce olur fark etmez. Önemli olan nasıl işlendiğidir. Öğretmenler gelecek neslin mirasçılarıdır ve miras bıraktıkları eserleri tarih er geç açığa vuracaktır.