Kalp asfaltından bir adımla geçer gibi öylece bedbaht gri gökyüzünün yansıttığı rengin denize vuruşuyla martılara hal hatır sorarcasına sahil boyu yürüyordum. Yanımda olan tek bende olmalı diyerek kendimi güç bela kendimden soyutlayıp kendime ettiğim ihanetlerin de peşimden geldiklerini hissediyordum. El ele yürüyen çiftleri görsem de suratı asık birçok insan vardı gözümün önünde. Sigarasının küllerini yere saçarak sağ eline aldığı telefonunun alo tuşuna söven yaşlı amca gibiydi birçoğu… Herkes kızgın, herkes öfkeli, herkes ilkin kendine yasakmış gibi. Yorulup boş bulduğum ilk bank’a oturdum. Kahverengi çantamdan telefonumu çıkarıp telefon rehberimdeki herkesi tek tek sorgulamaya başladım alfabetik sırasıyla. Sabahtan beri kulağımı acıtmakta olan küpemi çıkararak çantama atıverdim.
Annem, Ayşin, ayla, Aylin, Amerika’da yüksek lisans yaptığım dönemde edindiğim ‘tek’ erkek arkadaşım Arthur derken telefon rehberimde uzun zamandır gözlerimden kaçırdığım, İPhone 4S’i sırf o çok sevdiğim insan aldığı İçin satmadığım, yıllardır kırık dökük benliğimle bana rakip olan telefonumun benden saklamasını istediğim o adın, lanet mühüründe kaldım. Herkes özel isimler takardı sevdiceğine; herkesin özel kalbinin özel yanına gül misali yakışan bir özeli olurdu sevince. Herkesten farklı bir ad yaraştırmıştım ona; tek yanlı hayatımın hiçbir şey yaşanmadığına var sayılan gizli bir kıvılcımıydı o. ‘Humanitas’
Sanki kalbim X- Ray cihazından geçmişti de etiketinde sadece onun adı kalmış ve unutmuşum diye cihaz ötmeye başlamış ve ben de rezil olmuştum kalbimdeki herkese. Sanki sevmek hep bir kusurdu da ben kusursuz sevmeyi harbiden çok sevmiştim onu sevince.
Ahududulu yalnızlıkların akabininde
kalpte lades kemiği olan ve aklımda kalan tek güzel şey… Onu beş yıl önce uyurken yalnızlığıma; ‘aradığınız numara kullanılmamaktadır’ ulaşılmazlığına devşirmiştim gönlümün başkasına kaymak ihtimalini; ikmalini, tutunacak yanını…
Defnetmiştim adım Defneyken; humanitas’ımı. Üç yıllık evliydik, alyansım sol elimin yüzük parmağında hâlâ biçareler arsızlığından bir bana geçen yıl geçen gün geçen hafta ummazlığında…
Çoğu erkekten ziyade evimizin en çok stor perdelerini severdi. Kanepenin rahatlığı, yastığının yumuşaklığı, televizyonda izlediği maçta zevk alıp almayışı; hiçbir şey o stor perdenin önünde toplanan kahkahalarımızın yerini tutmazdı onun için. Hayata hep insancıl kusurlarla ve insancıl güzelliklerle bakmamı sağladığı İçin humanitas’ımdı o. Dilinde hep bir zarafet, kalbinde hep insani bir yan barındırdığı için humanitas’ımdı o.
Kahraman ünvanları yakıştırmamı istemezdi, ela gözlerim hafif bir buğulansa yeşil gözlerinin şemsiyesini açar umutla bana sarılırdı stor perdemizin aşk saklanmışlığında. Önce kalbimizi doyurur, sonra kedimizi, en sonunda da midemizi doyururduk ihtiyaç dahilimizce. Onu, aşkları yaya geçidine engel teşkil eden trafik canavarının şımarık var oluşunda kaybettim bir salisede. Önce kalbime çarptı, sonra aklıma değdi, en sonunda da tüm hücrelerime kadar beni köksüz kendimsiz bıraktı zannettim. Zannetmek ile birlikte masal ikramların maşallah nazar değmesin mutluluğunuza hasetleri gizli bir tevazuyla kapıştı. Toprağına döktüğüm gözyaşları insancıl hasretlerime imza attı. Bugün ölüm yıl dönümünde humanitas’ın özde saygı cennetine dönemeyeceksin bir daha kelebeklerini uçuruyorum nefes alırken. Kedimize cicero adını vermiştik; fatih’im humanitas’ımdı sonuçta. İnsana, insan olmaya, zarafete, samimiyete dair her şeyin can bulmuş temsili emanet siyah saçlarına, emanet güzel dudaklarına ve emanet güzel gözlerine adanmıştı.
Onu kaybettikten altı ay sonra Cicero da öldü. İnsanların kıvılcım nefretlerine, aynada gördüğüm insan olamamak çaresizliğime bakar oldum sonra. Biz insanlar niçin, neden sevmeyi; insanca tebessüm edebilmeyi, samimiyetin samimi cesaretini sevemiyorduk çoğu zaman?
Bir kuş kondu oturduğum bank’a. Kanadının rüzgarı cesaret suları dökerken yağmuruyla hep sana uçarım meselâ dediği o en güzel yerinden öpmek geldi içimden; ama yapmadım. Öpmek, kaybettikten sonra en çok dudakları değil; kalbi sızlatıyordu, tatmıştım. Otuz beş yaşında herkese göre ayakta sapasağlam dimdik duran bir kadındım. Aksadığımı belli etmemeye çalışırdım insanlara; sonra ne derdi o insanlar? Herkes humanitas mıydı ki? Her şeyi hep iyi göreceklerdi insancıl bir edayla? İlk düşüşümüzde ayağımızın altından çekerlerdi halıyı, bir kez daha düşerdik; bu kez hayal kırıklıklarına.
Düşünerek aklıma boca ettiğim yalnızlığımın erken tükenişini umduğum gibi erkenden akşam olmuştu; Şubat ayının en soğuk kış günlerinden birisiydi tabii.
Banktan kalkarak adını görmesem taşıdığım yük gemisinin kaptanına kızmayacak mıydım sanki diye söylendim. O sırada ayağıma minik bir canlının dolandığını fark ettim. Yavru, kahverengi ve çipil gözlerinde “şefkate ihtiyacım var” isteği barındıran bir kedi…
Ayağımla itmeye çalışarak “hayır, git!” dedim; kayıpları hatırlatıyordu yeni var oluşlar. Korkularımız kapı zili gibi çalıyordu aklımızda. Ben itmeye çalışınca o tekrar sokuldu bacaklarıma. Yere çömelip başını okşayarak “seni alamam” dedim. Zavallı öylece bana bakıyor ve miyavlıyordu. “Hayııır, yapma, duygu sömürüsü yapma sakın!”
Arkamı dönüp giderken bir yandan da onun miyavlı nazlı sesini işitiyordum. “Hay Allah!”
Ona dönüp sonunda onu kucağıma aldım. Izdırap döküyor gibiydi tüylerinden, titriyordu. Titriyordum. İki titrek ve yalnız canlı bir araya geldiğinde ısınır mıydı?
Ne olacaksa olsundu, “peki, tamam” diyerek kucağımda ona sıcak ninnileri söyler gibi evimin yolunu tuttum.
“Samimiyet ve yeni var oluşlar kılmak zor olsa da kalbinin hacimli ürkekliğine; battaniyeye sarılır gibi sımsıkı sarıl yaşama” derdi bana humanitas’ım…
Ne zamandır sarılmıyordum; çok yıl geçmişti. “Adın Battaniye olsun mu kedicik? Çok iyi ısındık sanırım.”
Tüylerini okşayıp gülerken ben, o bana sokulmaya devam ederek beğendiğini belli ettiği adına da bana da ısınmaya çalışıyordu…
Dilara AKSOY