İstanbul Ansiklopedisi, Reşad Ekrem Koçu öncülüğünde, çeşitli destekleyici, yazar ve çizerin katkılarıyla 1944-1973 yılları arasında yayımlanmıştır. İstanbul’un tarih, sanat, edebiyat, mimari, önemli şehir eşrafı ve şehir kültürü gibi konularında detaylı olay ve hikâyelere yer veren bu ansiklopedinin yayımına maddi sıkıntılar nedeniyle 1951-1958 yılları arasında ara verilmiş, 1958’den sonra tekrar yayımlanmaya başlanmış fakat 1973 yılında “Gökçınar” maddesinde yayını durmuştur.
Bu eserde diğer ansiklopedilere nazaran daha edebi bir üslup kullanılmış, ilginç vaka ve detaylara yer verilmiştir. 1958 yılı baskısının 1. cildinde “II. Abdülhamid Devrinde Gazeteler ve Sansür” başlıklı bir madde benim çok ilgimi çekti ve sizlerle paylaşmak istedim.
Öncelikle şu akılda tutulmalıdır ki; II. Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu ve içinde bulunduğu coğrafyanın en bunalımlı ve en sıkıntılı dönemlerinin birinde, 1876-1909 yılları arasında hüküm sürmüştür. Sanayi Devrimi ile büyük sosyal, siyasi ve teknolojik dönüşüm geçiren dünyada hammadde özellikle de petrol kaynakları değer kazanmıştır. Geniş coğrafyası üzerinde bol hammadde ve petrol kaynakları bulunmasına karşın, bu imkânlarını kullanacak ve hatta savunacak durumda olmayan; teknoloji ve idare olarak diğer imparatorluklardan geride kalan Osmanlı İmparatorluğu, bir hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Hepimizin bildiği gibi “hasta adam”a benzetilen Osmanlı için hafif bir muhalif rüzgâr bile II. Abdülhamid tarafından ölümcül görülmüştür.
Aşağıda ansiklopedinin “II. Abdülhamid Devrinde Gazeteler ve Sansür” başlıklı maddesini önemli kısımlarını aktarıyorum. Günümüzde pek -hatta hiç- kullanılmayan kelimelerin güncel karşılıkları parantez içinde sunulmuştur. Yazım hataları veya çeviriden kaynaklı kusurlar olabilir.
“İkinci Abdülhamid devrinde hükümetin matbuattan (basından) istediği, Hükümdara mutlak “sadakat” ve “ubudiyet” (kulluk) idi; bu sadakat ve ubudiyetin de her vesile ile sık sık arz ve beyanı (sunulması ve açıklanması) beklenirdi; matbuata ve muhaberata (haberleşmelere) konulmuş olan sansür, Hükümdarın vehline (yanlış anlamasına) denk bir hassasiyet gösterirdi, hükümete muhalefet ve tenkid (eleştiri) yollu yazılar caniyane bir teşebbüs olarak, sansürün iptal etmesine kalmaz, eklenen bir jurnal(ispiyon) ile muharririnin (yazarın) sebeb-i felaketi(felaket sebebi) olurdu; sansür o zamanın tabiridir, “zülfüyara dokunan*”(hatırlı, güçlü bir kimseyi veya bir makamı gücendiren; sorun olacak konulara giren) yazıları ve bendleri (bölümleri) çıkarırdı. Kitap ve risaleleri(kitapçıkları) tetkik eden sansür heyetinin adı “Encümen-i Teftiş ve Muayene”(Denetleme ve Kontrol Heyeti) idi; sansür memurları ve encümen âzaları (üyeleri) zülfüyarın* en hafif bir soluktan müteessir olacağı (üzüleceği) kaygısı ve ceza korkusiyle, mesela masum bir aşk hikayesinde, halka Çırağan sarayında mahbus (hapis) olan Beşinci Muradı hatırlatabilir diye “bu hırçınlıktan muradın nedir sevgilim” cümlesinden “murad” kelimesini çizerlerdi. Veliahd Reşad Efendinin adı da sansürlük isimlerdendi. Halkın, korkudan ziyade riya (ikiyüzlülük) ve tabasbus (yaltaklanma) duyguları da sansürün vehmini kurcalayan sebeplerden olmuştur…
“Ehâli” (ahali, halk), “hürriyet”, “cumhuriyet”, “ihtilal” gibi kelimeler, yazılmak şöyle dursun, ağza dahi alınmazdı.
Gazeteler yine o devrin tabiri ile “saye-i şahanede” (şaha yakışan, mükemmel koruması ile) Türkiye’nin her tarafında halkın dirlik ve düzen içinde mesut ve hükümetin de her işinde muvaffak olduğunu belirtmeğe mecbur idiler; “saye-i şahane” tabirine de pek aşağılık şekilde suiistimal ederlerdi; mesela İkinci Abdülhamid’e beş altı satırlık tumturaklı dua ve methiyeden sonra “Saye-i şahanede Ziraat Bankasının Gemlik şubesinin oradaki iki köy halkına tohumluk arpa ve buğday dağıttığını” yazarlardı. Tanınmış kimselerin ölüm haberleri de gazete sütunlarına “Cenabı Hak Sultan Abdülhamid Hanı Sâni Efendimiz Hazretlerini her türlü âfattan siyanet (afetten korusun) ve ömrü şahanelerini müzdat buyursun (ömrünü artırsın)” şeklinde de bir mukaddemeden (girişten, önsözden) sonra konulurdu. Cumartesi günleri gazetelerin başında bir “Selamlık resm-i âlisi” (Cuma merasimi) serlevhası (başlığı) bulunurdu, bu bendde, Padişahın Cuma namazını mutad (alışılmış) merasim ile kıldığı haber verilirdi. İkinci Abdülhamid, halka sıhhatte olduğunu bildirmek bakımından bu yazılara çok önem verirdi. Her gazetede gayet dikkatli olarak kaleme alınmış beş altı türlü selamlık resm-i âlisi bendi bulunur, örnekler beş altı hafta süren bir devir ile değiştirilerek kullanılırdı.
Günlük gazetelerin önemli bendlerinden biri de “Tevcihat ve nişanı hümayun” (Rütbe ve padişah nişanları) idi, burada, her gün, sadakat ve uhudiyeti görülen kimselere ihsan olunan (bağışlanan) rütbeler, memuriyetler ve nişanlar yazılırdı.
İstanbul’da, Abdülhamid’in doğumu ve cülûsu (padişahlık tahtına oturması) münasebetiyle yapılan donanmalar (hazırlıklar) da büyük şehir gazetelerinde günlerce süren “şehrâyin” (şenlik) bendleriyle aksettirilirdi. Gazetelerin şehrâyin muhabirleri, kandillerle donatılan ve “Padişahım çok yaşa” yahut “Sultan Abdülhamid Hanı Sâni” yazıları veya “Tuğrayı Hümayun” ile süslenen yalı, konak ve evleri sahiplerinin isim ve memuriyetleriyle birer birer yazarlar; sadakat ve ubudiyetlerini gazete sütunlarına geçirdiklerinden ötürü de kendilerinden hakkettikleri “rüşveti tahrir”i (kayıtlı rüşveti) alırlardı.
Gazetelerde Padişahı medih (met, övme) yollu yazılar yazmada büyük hüner sahibi olarak tanınmış muharrirler, “Meşahir-i İslam” (İslam’ın Teşhirleri) sahibi Hamid Vehbi Beyle “Serseri Yahudi” mütercimi (çevirmeni) Selanikli Tevfik Bey idi. Ahmet Rasim de edebi hatıraları arasında: “Ben bile bu yolda ilerliyordum. Hatta cülûs (padişahın tahta geçmesi) veya velâdeti hümayundan (hanedan üyelerinin doğumundan) birkaç gün evvel eve kapanır, o günlerde neşredilmek (yayınlanmak) için iki üç tane makale-i mahsusa (özel makale) yazar, hazırlardım. Çünkü gazetesinde en parlak cülûsiye, velâdetiye (tahta oturma ve doğum yazısı) bulundurmak imtiyaz sahiplerinin birinci mesuliyetleri (sorumlulukları) idi. Makalât-ı mütenevviaya (çeşitli makallere) ikişer üçer mecidiyeden fazla veremiyen ve ekseriya desti fakiri muharrirden (fakir yazarın elinden) bedava almak kurnazlıklarını hiçbir dakika gözden dûr (uzak) tutmayan ve tutmamış olan bu zevat (kişi), bu nevi (çeşit) makaleler için iki, üç hatta dört beş lira verirlerdi. Ben bu hânı yağmâyı (yağma sofrasını) etrafiyle bildiğim için makaleleri der ceyb ederek (cebime koyarak) Babıâli caddesinde bunların güzergâhında durur, kollardım. Biri geçti mi, Kalpakçılarbaşı çığırtkanları gibi:
“Ne âlâ cülûsiyelerim, velâdiyelerim var!”
Der, nazar-ı dikkatlerini celbeylerdim (dikkatli bakışlarını kendime çekerdim). Gün olurdu ki bütün ceraid-i münteşire (yayılan gazeteler) benim makalelerle Hâkipây-i Padişahiye (Padişah huzurunda) arz-ı tebrikât ve tesidat ederlerdi (tebrikler ve kutlamalar sunarlardı).””
Yukarıda, günümüzden 110 yıl öncesi dönemin gazetelerinin durumu, Reşad Ekrem Koçu ve gazeteci, yazar ve tarihçi Ahmet Rasim tarafından özetlenmiştir. Bu yazıya ayrıca bir sonuç yazmak gerekmez diye düşünüyorum. Nihayetinde bu yazı günümüzle hiçbir alakası olmayan, 110 yıl öncesine ait bir durumu anlatmaktadır ama yine de aynı ansiklopedide gördüğüm karikatürü paylaşarak bu “yaşlı” yazıyı sonlandırmak istiyorum.
– KIZIM BU KİMİN TAŞI BÖYLE?
– A!.. BİLMİYOR MUSUNUZ, ABİDE-İ HÜRRİYET!
– YA! HÜRRİYETİ BURAYA GÖMMÜŞLER DEMEK!
*Zülfüyâre dokunmak. Bilindiği üzere yâr, sevgili, sevilen kişi anlamına gelmektedir. Zülf-ü ise, zülüf yani yüzün iki tarafından sarkan saç lülesi anlamındadır. Zülf-ü yâre dokunmak, gerçek anlamda sevgilinin zülüflerine, saçına dokunmak demektir.