Merhaba. Adım Süleyman. Mezarcı Süleyman. Mezar kazarım, ölü gömerim, ölü toprağını sular, çiçek ekerim. Gündüzleri mezarcıyım, akşamları öğrenci. Yazmaya-çizmeye yeteneğim yoktur. Öyle pek de kitap okumam hani. Ama derler ya; kimi okur öğrenir, kimi yaşar öğrenir. O kadar garip bir olay yaşadım ki, “Süleyman sen eline kağıdı kalemi al, bir bir yaz bunları.” dedim kendime. Hatam, kusurum olursa affola…
Her zamanki gibi bi gündü. Hava bulutlu. Meftayı gömmüşüz, imam dua okuyor. Siz deyin 200, ben deyim 500 kişi mezar başında. Ensesi kalınlar, kodamanlar, gazeteciler falan… Rahmetli Çevre Bakanı’ymış. Arkadaşlar söylediler. Akşam evde yemek yerken salatadaki yeşillik genzine kaçmış, tak diye orda düşüp can vermiş. Gençmiş de daha, ellisindeymiş. Ecel işte, gelirken sormuyo ki…
İşim bitmişti. Omzumda kürekle tam dönüp gidiyordum ki “Delikanlı!” diye bir ses duydum arkamdan. Döndüm. Siyah takımlı, badem bıyıklı irice bir adam beni tuttu, kenara çekti. “Sen burda mı çalışıyosun?” diye sordu, “Evet.” dedim. Cüzdanından bi yüzlük çıkardı, elime tutuşturdu. “Ağamızın mezarına iyi bakasın.” dedi. “Suyunu veresin, toprağını düzleyesin, çiçek ekesin.” Benim bu işi yapmaktaki amacım öncelikle sevap kazanmaktı tabii, yoksa başka iş mi yok? Ama bu devirde kim kime durup dururken yüz lira verirdi? Parayı pantolon cebime sıkıştırırken “Sen merak etme abi!” dedim. “Gözüm gibi bakarım evelallah!”
Bir hafta geçti-geçmedi, hem toprağını sulamak hem de hayrına, üç kulu bir elham okumak için bakanımızın mezarına geldim. Gelmez olaydım! Burası ağıtlarla, dualarla rahmetliyi gömdüğümüz yer değildi sanki! Mezarın tamamı zümrüt yeşili, upuzun, kalın ve yapraksız dallarla kaplanmıştı. Bi çeşit sarmaşığa benziyordu. Ne toprağı görmek mümkündü ne de mermerden yapılma beyaz mezar taşını. “Bismillahirrahmanirrahim!” diye fısıldadım yaklaşırken. Rüzgarın altında sarmaşıklar sanki hareket ediyormuş gibi görünüyordu. Kırbaç gibi dallardan birini kavradığım sırada parmağıma bir acı saplandı. Battı. “Ah!” Can havliyle elimi çektim. Şakır şakır kanıyordu. Dalların üstündeki küçük dikenleri işte o zaman farkettim.
Bütün gün bu garip sarmaşıkla uğraştım. Sonunda dalların tamamını kesip, bitkinin gövdesine ulaştım Diz çöktüm. Gövdeyi iki elimle kavrayıp kendime doğru çektim. Değil topraktan çıkmak, kıpırdamadadı bile. Kökler bayağı derindeydi demek ki. Bütün gücümü toplayıp bir daha denedim. Sonra bi daha, sonra bi daha. Faydasız… Sanki ben yukarıdan, rahmetli de aynı anda aşağıdan çekiyordu bitkiyi. Durdum. Derin bir nefes aldım. Kafamı yukarı kaldırdığımda hava kararıyordu. Saate baktım: 18:30. Okkalı bir küfür savurdum. Okula geç kalmıştım. Gövdeyi dibinden kesip mezara biraz kırmızı toprak attım. Üstümü değişip koştum.
Üç gün sonra bir sabah, şeytan dürttü, soluğu bahtsız bakanın mezarında aldım. Daha uzaktan görür görmez bir sıkıntı kapladı içimi. Sarmaşıklar olduğu gibi ordaydı! Sanki hiç kesilmemiş gibi! “Pes artık!” dedim, “Yuh!” dedim. Böyle birşeyi daha önce hayatta görmemiştim! Çocukken çiftlikte, ırgatlık yapan babamın yanında bile! Hemen telefona sarılıp bana cenaze günü numarasını veren abiyi -rahmetlinin kardeşiymiş, adı Seyfi- aradım. Durumu en uygun, en kısa şekilde özet geçtim. Önce tanımadı, sonra ne dediğimi anlamadı, sonra “Beni bunun için mi arıyosun? Kendin halletsene!” diye azarladı. En sonunda “Ben iki saate geliyorum, sen orda kal.” deyip kapattı. İki buçuk saat sonra geldi, vaziyeti gördü. “Allah allah?” diye mırıldana mırıldana mezarın etrafında dönüp durdu.
Ertesi gün yanında bir adamla tekrar geldi. Adam botanikçiymiş. İnceledi, Sarmaşıktan örnekler aldı. Bir çare bulamadı. Olay herkesten gizli tutuluyor, iki adam mezarın etrafında hep nöbet tutuyordu. Bana da sağda solda anlatmayım diye bi 200’lük daha verdiler. Sonunda mezarı açıp, bitkiyi kökünden temizlemeye karar verdi aile meclisi. Bir gece yarısı rahmetlinin karısı, iki oğlu, Seyfi abi, iki ırgat bir de ben; mezar başında buluştuk. Seyfi abi toprağa ışık tutarken biz ırgatlarla başladık kazmaya. Yarım saat sonra mezar açılmış, yanında topraktan bir tepecik oluşmuştu. Hepimiz nefesimizi tuttuk, mezara eğildik. Seyfi abi feneri çukura doğrulttu. Bitkinin kökleri cesede kadar ulaşmış delik deşik etmişti. Cesedi parçalamadan kökleri sökmek imkansızdı. Rahmetlinin eşi ağlayarak kendini yere attı. İki oğlu kollarından tutup düşmesine engel oldular. Seyfi abi “Hassiktir be!” diye fısıldadı. Irgatlar besmele çekerek kaçtılar. Benim de götüm üç buçuk atıyodu, ama belli etmedim tabii. Rahmetlinin hanımı hıçkırıklar arasında “Yeter, kapatın artık!” diye bağırdı. Birbirimizin gözüne baktık. Yapabileceğimiz birşey yoktu. Mezarı ikinci kez kapattık. Üç kulu, bir elham, bir de fatiha okuyup sessizce dağıldık. Seyfi abiyi de, aileden başka birini de bir daha görmedim.
Olaydan sonra merak ettim, internetten biraz araştırdım adamı. Kimse sevmezmiş. Mevkisine, makamına layık biri değilmiş. Güzelim ormanları kestirir biçtirir yerine çirkin binalar diktirirmiş. Eleştirenlere, karşı çıkanlara da hiç kulak vermezmiş. “Vay be!” dedim, “Adamın mezarında başına gelenlere bak. Tabiat Ana intikamını böyle aldı demek ki!” Ölünün arkasından konuşulmaz tabii, günahtır, ama layığını bulmuş bence rahmetli… Yine de Allah taksiratını affetsin…
Zekeriya Ünal
Kaynak: http://kirlisuyu.blogspot.com