Üstü açık duraktaki ıslak demir bankta oturuyordu. Bulutların ardına saklanmış güneşin can yakan bakışları yoktu. Hava sıcak olmadığı için sanki havayı daha bi hissediyor ve adeta ferahlığı ciğerinin en ücra köşelerinde gezdiriyordu.
Aslında içinde bir endişe de yok değildi. Bursa’nın havasını bilen bilir zaten. Birden sinirlenen babanın, öfke kontrolünü sağlayamamasının sonucu olan acımasız sille gibi, aniden kaşlarını çatabilir Bursa. Fakat sonra uysallaşır ve pişmanlığından özür dilercesine gözyaşı döker. Biz bunu pişmanlığa yorarız ama toprağa can veren timsah gözyaşlarının bir bahanesidir belkide.
İşte ilk kez orada -yani Bursa’da- öğrendi dua etmeyi. Bursa’nın kararsız cuma yağmurlarından derin bir memnuniyet duyar ve bunun gerçekleşmesi için daima dua ederdi. Evsizleri düşünmezdi, işte o kadar bencildi sersem.
Duası da dua olsa… ”yağmur yağsın,ne olur” gibi kelimeleri, tok bir çocuğun annesinin zoruyla bayat simidi ağzında zoraki gevelemesi gibi tekrarlardı. Bunu bir ritüel haline getirmişti. Eğer yağmur yağmayacak olursa bahanesi hazırdı.”bi günde törene katılalım canım, ne olur sanki canımız mı çıkar” derdi. İşte böyle ikiyüzlüydü.
Sağa sola bakındı ve kendisinden başkasının olmadığına kanaat getirince annesinin hazırladığı evde hazırlanmış sandiviçi midesine tek lokmada indirdi. Sağı solu kontrol etmesi utancındandı. Zira annesinin ”Gönül Tekel Bayii”nden aldığı bayat ve acı susamlı çiçek ekmeğinin yapraklarından hazırladığı sandiviçi gülünç bulur. Atleti pantolonundan çıkmış şişman insanlara benzetirdi. Bunun yanında evde hazırlanan yemeği yediği için kendini fakir de hissederdi -ki öyleydi de-.
Uzaktan yeşil otobüsün geldiğini fark edince gözlerini kısarak dijital hat numarasına baktı. Evet 45 dakikada bir geçen-belediyeye göre tabii ki- ve insanları, otobüsü kaçırdıklarında acımasızca küfür etmeye sevk eden otobüstü. Elini kaldırdı ve yola yanaştı. Merdivenleri ağır ağır çıkarken şöförün tehditvari bakışlarına maruz kaldı. Fahat hiç mi hiç oralı olmadı. İşte o şekil ‘cool’du kendince.
Öğrenci kartını basıp içindeki parayı kontrol ettikten sonra arkadaki boş yerlere(!) ilerledi. Boş yer yoktu her zamanki gibi. Yabancılar nediyor ‘as usual’. Yukarıdaki direklere tutundu. Otobüs durağına geldiklerinde ise bir adamın inmesiyle koltuklardan birisi boşaldı. Tam oturmaya niyetlendiği sırada yaşı en fazla 60’lerde olmasına rağmen-o böyle tahmin ediyordu- ”canlı mezar” tabirini layıkıyla temsil edebilecek bir kadınla göz göze geldi. Teksas’ta iki kovboyun düello anında birbirlerine baktıkları gibi bakışıyorlardı. İşte o biçim delikanlıydı(!).
Yaşlı kokona soğuk bakışları ile tehditkar bir tavır takınmıştı. Bu bakışlar, kendisine yer verilmediği takdirde çocuğun gireceği günahların farkında olduğunu ve bunu göz göre göre suistimal edeceğini anlatıyordu kokonanın. Tabii ki kadın baskın çıktı ve genç yer verdi. Kokona ise adet yerini bulsun diye ”Sağol evladım” demeyi ihmal etmedi. Ancak sözlerindeki samimiyetsizlik o kadar dondurucuydu ki, havanın soğuk olduğunda ağızdan çıkan duman mı buhar mı olduğu kestirilemeyen şey gibiydi. Velhasıl işte böyle centilmendi genç.
Çocuk, neden yer verdiğini düşünürken, neden sonra doğru yaptığını düşündü. Çünkü kokona oturur oturmaz çakma ”Burberry” çantasından bir roman çıkarmıştı. Bir adamın yanında oturan kişinin açtığı gazeteyi göz ucuyla taciz ettiği gibi romana baktı. Kitabın adı ”Açlık”tı. Knut Hamsun adlı yazarın trajikomik eseriydi. Biliyordu bu eseri. Bu kitabı bir kez okuyan biri hayatta unutmazdı kitaptaki psikolojik çelişkileri. Bu kitap o vurdumduymaz edebiyat hocasının verdiği okunması gereken kitaplar listesinde başı çekiyordu. İşte bu kadar kültürlüydü genç.
Vurdumduymazlık… Ne kadar da garip bir ifade. Aslında basit düşünecek olunursa tam da kelimenin anlamını hissettiren cinsten. Sözlükte bu kelimenin tanımında ”Edebiyat öğretmeni Hacer Usta” yazsa yeriydi. Çünkü bu özellik bir insanla bu kadar bütünleşebilirdi. ”Hayır mağdem kontrol etmiyorsun neden ödev veriyorsun ki çatlak karı” diye içinden geçirmeden edemedi.
Otobüsten inme vakti gelmişti. Otobüsün camlarının kapalı kalmasından kaynaklanan terini, narçiçeği rengindeki çakma polosuna sildi. Ardından günde bilmem kaç insanın temas ettiği dur butonuna bir kaç koloni mikrop da o bıraktı. Şöföre, yanlışlıkla bir durak erken bastığını söyleyemedi. Eğer söyleseydi şöförün Ray-Ban gözlüklerini burnuna indirip şöyle en okkalısından kendine bir kaç küfür yiyeceğini biliyordu. Sadece kendisine edilse gene katlanabilirdi ama… İşte o derece ileri görüşlüydü.
Şöföre acıdı bir an. O da vardiyasını bitirme derdindeydi. Hızlıca seferin bitişini ve bir an önce o köpek öldüren sigarasını ciğerlerinde hissedip bir çocuğun bembeyaz tişörtünü düşüncesizce çamura bulaması gibi, ciğerlerini karaya boyamak istiyordu. Sigaranın tadından hoşlanmadıpı halde ona müptela olması ise tiryakiliğin sıkıntılı olmasından geldiğini kanıtlar nitelikteydi. Neden sigara içtiğini soranlara, ”Ben beşiktaşlıyım, biri de kararsın elemanlardan” diyordu, ikisininde birlikte kararacağını bilmeden akciğerlerinin. Esprisinde bile en ufak mantık kırıntısının israf sayılacağı bu şöförde buydu işte. Zaten ondan profesör olmasını beklemek abes kaçardı. Abesle iştigal etmek bu olsa gerekti. o, sadece terleyen bıyıklarını -şöförde namustur- gömleğinin üç kez katlanmış ve terden sararmış sol koluyla silen bir şöfördü sadece. Her ayın onbeşini zor getireninden…