“Kazanmak neye yarar ki kaybeden olduğunda”, radyo kanallarından kulağımıza çalınan Candan Erçetin’in “Neden” adlı parçasının bir dizesi. Yalnızca bir şarkı sözü olarak söyleniyor ve manası yerine melodisi üzerinde duruluyor olması o kadar üzüyor ki beni. Günümüz rekabetçi dünyasını bir kenara bırakarak, her gün duyup belki de yalnızca bir saniye için eşlik ederek söyleyip geçtiğimiz dizenin altında yatan anlam derinliğine girmek, aslında ne kadar zor ama bize insani duygularımızı hatırlatması için bir o kadar da gerekli. Peki neden yaşadığımız hayat, çevremiz bize hep kazanmamız için baskı uyguluyor? Kazanmak olarak algılanan durum nedir? Neyi kazanmalıyız veyahut neyi kaybetmemeliyiz ki toplumun beklentilerini karşılayalım? Daha da derine inersek beklenti karşılamadan yaşamayı nasıl öğrenebiliriz?
Basit bir şarkı sözünün altında ne kadar da derin bir anlam yatmakta. Candan Erçetin’in belki de hemen hemen bütün şarkı sözleri yoğun bir anlam ve yaşanmışlık içerir benim için. Bazen dinlediğimiz bir şarkının sözlerinde kendimizi ya da ifade etmek isteyip de edemediklerimizi o anda kulağımız vasıtasıyla beynimizde duyarız ya işte Candan Erçetin’in her şarkısı benim için bu duyguları içermekte. Ne zaman bir şarkısını açsam, bana hep iyi gelir. Her türlü duygu durumumda rastgele bir şarkısını açar ve benim için mesajı nedir dünyanın diye bakarım. İşte bugünkü mesaj, yazımızın konusu haline geldi ve yukarıdaki soruları sormamı sağladı. Belki de kazanma duygusunun fizyolojik yapısına bakıp vücudumuzda meydana getirdiği değişimleri öğrenerek bu konuya giriş yapabiliriz.
Hayatımızda bir kazanım elde edildiğinde, beynimizde oksitosin ve dopamin hormonu salgılanmaktadır. Bilimsel olarak C2H11NO2 şeklinde ifade edilen dopamin, beyinde sinir hücreleri arası iletişimde görevlidir ve beyindeki haz alma duygusundan sorumludur. Sadece kazandığımızda değil bize keyif veren herhangi bir olayda vücudumuz dopamin salgılar. Sevdiğimiz yemeği yediğimizde, keyif aldığımız bir aktiviteyi yaptığımızda ya da en basitçe mutlu olduğumuz bir şey gerçekleştiğinde bu hormonlarımız üretilmeye başlar. Beynin orta kısmında bulunan ventral tegmental alanda üretilen ve bir çeşit anahtara benzetebileceğimiz dopamin, beynimizin ödül kısmına giderek işlevini yerine getirir. Bu anahtar sistem bağımlılıkların kaynaklandığı yerdir. Buraya dışarıdan herhangi bir müdahale aşırı uyarıma yol açarak davranışın tekrarlanması için bir güdü oluşturur. Vücut bu güdünün oluşmasını engellemek için birtakım önlemler alır. Alınacak ilk önlem de dopaminin burada bağlanarak uyarıyı iletecek reseptörlerin sayısının, böylece de etkisinin azaltılması olur. Bu engeli aşmanın yolu şudur; davranış ya daha sık ya da daha şiddetli yerine getirilir. Bağımlılık dediğimiz olgu da işte bu noktada başlar. Bağımlılık olarak adlandırıyorum çünkü hazzı aldıktan sonra vücudumuz bu hormonun tekrardan üretilmesini isteyecektir. Sigara içiminde olduğu gibi kazanma güdüsü de sürekli beynimizin isteği olarak karşımıza çıkar.
Yazının başında bahsettiğimiz soruların hangisinden başlamamız gerektiğini soracak olursanız sanırım ilk sorunun şu olması gerekir: “Kazanmak olarak algıladığımız duygu nedir?” Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu yazıda bahsedilen kazanmak, bir konuyu başarmak anlamında değildir. Elle tutulur bir örnek vermem gerekirse, sevdiğimiz mesleği yapmak için başarı göstermemiz gerekir. Sınavı kazanmak, kendini geliştirmek ve gelişimi sürdürülebilir hale getirmek ya da ailemizin saadeti için bazı başarıları elde etmemiz gerekmektedir. Bu başarılar bizim mutlu ve verimli bir hayat sürmemizi sağlar. Hayallerimiz için tabii ki bir şeyleri kazanmamız, başarmamız gereklidir ki hayatı anlamlı yaşayabilelim. Burada bahsetmek istediğim kazanma olgusu, tamamen tatminsiz bir şekilde sürekli nefsimizdeki kazanma dürtüsü ile ilgilidir.
Başka şeyler hayal edip, elimizdekilere isyan ederek sahip olduğumuz güzellikleri görememek, görmezden gelmek. Günümüzde özellikle y-z kuşağının sorunlarından başlıcası. Elimizdekilere isyan etmek diye tasvir etmem belki biraz ağır ve acımasız gelebilir ancak tam da kastettiğim gibi isyan etmek duygusunu artık her yerde görebiliyoruz. Peki öncelikle anı yaşamak sözüyle başlayalım. Kült bir film olan “Ölü Ozanlar Derneği” filmini izlemiş ya da sosyal medyada paylaşımlarda görmüşsünüzdür. Robbie Williams rolündeki öğretmenimiz öğrencilerine o zamana kadar çok da duymadıkları bir sözü enselerinin arkalarında fısıldar: “Carpe diem” yani anı yaşa. Ne demek Carpe diem? Carpe diem, Latin edebiyatının ünlü ozanı Horatius’un bir dizesinde geçen gününü gün et, zamanın tadını çıkar, anı yaşa anlamındaki sözüdür. Anı, yarına kaygı duymayarak geçmişe ah demeyerek yaşamanın Carpe Diem olduğunu söyleyebilirim. Bu belirttiğim durumun yine tekrar etmem gerekirse hayallerimizin olmadığı bir dünya olarak düşünülmesini istemem aksine hayallerimizdir bizi hayata bağlayan. Daha iyi bir yaşam daha refah bir toplum için hayallerimizin olması gerek ama elimizdekilerin kıymetini bilerek hayallerimize ulaşmaya çalışmalıyız. Ulaşılabilir hayallerin adına hedef denmesinin daha anlamlı olduğunu ve asıl noktanın hedeflerimize ulaşmak için çalışmanın aynı zamanda da anın ıskalanmamasının gerektiğini düşünüyorum.
Toplumsal olarak konuya baktığımızda günümüz popülist yaklaşımları maalesef sürekli olarak tüketmemiz gerektiğini empoze etmektedir. Sürekli tüketen biri olarak tatmin olmak mümkün mü peki? Bu sorunun yanıtı tabii ki hayır. Elimizdeki telefonun, ayağımızdaki ayakkabının sürekli yeni modeli çıkıyor, elimizdekileri ömrünü yitirmeden aslında ihtiyacımız olmayan ürünler ile değiştiriyoruz ve sonucunda dopamin hormonunu üretiyoruz. Böylelikle bir an için mutluluğu yakaladığımızı zannediyoruz ancak kısa süreli olan bu his yerini daha çok alma daha çok kazanma dürtüsüne bırakıyor. Nasıl daha fazla kazanırım egosu ile sürekli bir şeyleri kazanmak ile ilgileniyoruz. Neden diye sormuyoruz, evet bunu da kazandım deyip yanına tik işareti koyarak devam ediyoruz. Nereye kadar böyle sürüyor peki? Gittiği yere kadar. Kazanmak için karşımızdaki insanların kalbini kırıyoruz bencilce kendimizi düşünüyoruz. Sadece ben diyoruz, egomuzu nefsimizi düşünerek sürekli bir kazanma başarma duygusu ile yıllarımızı geçiriyoruz. Peki en sonunda ne elde ediyoruz biliyor musunuz? Sadece koca bir yalan. İşimizde yalan söyleyerek yükselmişiz ama bir tane dostumuz kalmamış, ilişkilerimiz sadece çıkar doğrultusunda olmuş kötü günümüzde arkamızı yaslayacağımız bir kişi bile kalmamış yanımızda. Peki biz neyi kazandık? Kazanmak uğruna asıl neyimizi kaybettik? İnsanlığımızı mı duygularımızı mı? Galiba sadece madden kazanmış olduk. Kazanmak neye yarar kaybeden olduğunda. Buradaki kaybeden acaba içimizdeki insanlığımız mı? Duygularımız mı? Bu soruların cevaplarını bulabilmek için galiba insanın kendi iç yolculuğunda bazı aşamaları geçmesi lazım.
Tasavvufi açıdan, ilk olarak şükür ile başlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Alınan her nefes, yaşanılan her an şükür etmek için bir neden olarak gösterilir tasavvufta. Daha derin olarak açıklamak gerekirse, şükür; her anımızda her halimizde bize verilen her şeyin bizim hakkımız olmadığını idrar ederek verilenler için yaradana (Allah’a) teşekkür etmek anlamına gelir. Yapanın, yaptıranın Allah(yaradan) olduğu ve kişi için en hayırlısının başına gelenler ya da elde ettikleri olduğu idrakine varıldığında ortada tatminsizlik duygusunun kalmayacağı düşünülür. Bu konu ile ilgili olarak anlatılan bir hikâyeyi örnek vermek isterim. Kralın biri dervişine gider ve hizmetkârını göstererek dervişine, kendisinin tüm imkanlara sahip olmasına rağmen hizmetkârından daha mutsuz huzursuz ve kederli olduğunu söyleyerek kendisinin bu sorunu nasıl çözebileceğini sorar. Derviş 99 kuralını uygulaması gerektiğini söyler. Hünkâr, 99 kuralı hakkında bir fikrinin olmadığını söylediğinde derviş şunların yapılmasını belirtir. Hünkârdan bir keseye 99 tane altın koymasını, keseyi hizmetkârının kapısının önüne bırakmasını ve üzerine de bu 100 tane altın sana hediyedir yazmasını ister. Hizmetkâr keseyi alır ve altınları sayar ve içerisinde 99 altın olduğunu görerek 1 altının düşüp kaybolduğunu düşünerekten aramaya başlar. Zaman geçtikçe eksik altını bulamadığı için kızgın ve huzursuz hale gelmiştir. Bütün gece uyuyamayan hizmetkâr asık suratlı, keyifsiz ve halinden şikayetçi bir şekilde dolaşmaya başlar. Kral, hizmetkârının bu durumunu gördüğünde 99 kuralını anlar ve hayatın verdiği 99 şeye şükretmeyip bir tanesinin peşinde koşulduğunda mutlu ve huzurlu olunamayacağını anlar. Buradaki hikâyeyi modern zamanımıza göre yorumlarsak, kalan 1’i belki de hiç bulamayacağımızı idrak ederek düşünmeye başlamalıyız.
Toplumsal olarak kazanma duygusu bu kadar empoze edilirken peki nasıl kazanmadan duracağız? Kazanma duygumuzu, maddiyattan maneviyata çevirip dopamin hormonumuzu salgılatabilir miyiz? Bunun için kendi iç gelişmemizde bazı aşamaları geçmemizin gerekli olduğunu ve kısaca egomuzu bir kenara koyduğumuzda, iletişimde olduğumuz kişileri madde olarak değil duyguları olan insanlar olarak gördüğümüzde kaybedenin kalmayacağını düşünüyorum. Burada bahsettiğim tabii ki de koşulsuz şartsız polyannacılık oynayarak günümüzü geçirmek değil. Empati kurarak ancak suistimal edilebileceğimizi de göz ardı etmeyerek, bencillik ile değil bizcilik ile hayata bakmaktan bahsediyorum. Tasavvufi açıdan; hayattaki her yapılan eylemin yaradana karşı yapıldığı düşünülmekte olup kayıtsız şartsız iyilik yapılması gerektiği kanısı vardır -suistimal olsa bile- ancak ben bu düşüncenin sürdürülebilir olabileceği kanaatinde değilim. Belki şu anki düşüncem, kendi manevi gelişimimdeki evreden dolayıdır ve daha sonra fikrim değişebilir ancak bir kişinin, karşısındaki her kişiye iyilik yapabileceğini ya da ezcümle bu yapılan iyiliğin sürdürülebilir olabileceğini düşünmüyorum. Hayatta tecrübe dediğimiz kavram da bu değil midir zaten! İyi niyetli olmak ile sürekli dünyaya pembe gözlükler ardından bakmanın farklı kavramlar olduğunu, dünyayı daha iyi pembe görmek değil de dünyayı daha iyi yapmak için çaba sarf etmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bunu başarmanın yolu da elimizdekiler ile tatminkâr bir hayat yaşayarak dopamin hormonumuzu dünyayı daha iyi yapmak için dürtülemekten geçmektedir. Daha iyi yaparak kazanmak; hem kendimizin hem de karşımızdakinin kazanabileceği ve bu döngüde kaybedenin olmayacağı bir dünya düşlemek çok zor gibi geliyor hepimize değil mi? Güzel hangi şey kolay peki? Bu düşümün bir ütopya olmadığından üstüne üstlük de herkesin kendince yaşayabileceği bir kavramın varlığından bahsediyorum. Okuduğum bilimsel bir haberde Küba’da yaşayan kişilerin dünya üzerinde yaşayan kişilere göre ortalamanın üzerinde mutlu olduğu ve uzun yaşadıkları bahsedilmektedir. Bu noktada; kazanma diye bir kavramın olmadığı dünyadaki yegane konumlardan biri olan Küba’nın bu özelliğini sanırım hatırlatmam gerekiyor. Paranın kazanılamadığı, lüks telefon arabaların evlerin olmadığı ancak sağlık alanında bilhassa kanser özelinde dünyanın en ilerlemiş tedavi yöntemlerinin kullanıldığı, sanatın ilerlediği, işsizliğin olmadığı bir ülkedir Küba. Kazanma duygusunun sanata bilime daha da önemlisi insanlığa yönlendirildiğinde gerçek anlamda kazanmanın aslında ne olduğunu çok güzel bir biçimde görebiliyoruz. Salgılanan dopamin hormonumuzun ve buna bağlı kazanma hırsımızın tüketmeye değil üretmeye, sıfırları bol dijital rakamlar yerine insan kazanmaya yönlendirildiğinde gelinen noktayı, Küba örneği, somut bir şekilde gözler önüne seriyor.
Beklentilerin mutluluğu belirlediği hayatımızda, hazmetmenin bilinmediği tüketim toplumu içerisinde Amerikalı yazar Vidal’in de belirttiği gibi kazanmak bize yetmiyor sanırım diğer insanların da kaybettiğini görmek istiyoruz ve bu nedenle sürekli bir maddesel kazanım üzerine ömürlerimizi yaşıyoruz. Hedeflerimiz doğrultusunda ilerlememiz ne kadar doğru ise hırslarımız ve egolarımız için çaba sarf etmemiz de bir o kadar geçen yıllarımızı heba etmemize sebep oluyor. Dünya üzerinde yaşadığımız süre zarfında, birkaç kez dönüm noktasından geçen ve o noktalardan geçerken çerçevesi ayni kalan ancak sürekli değişim içinde olan hayatlarımızda, kaybedenin olmadığı zaferlerin yaşaması dileği ile.