Bir sonbahar sabahıydı. Nefretle kalkmıştı yatağından. Güneşe muhtaç bulutlu sabahları sevmiyordu. Onun için sanki olmaması gereken bir mevsimdi sonbahar. Her an yağmur korkusu taşıyan günleri yaşamak istemiyor, sitem edercesine asabi davranışlar sergiliyordu.
Kalktı yavaşça, okula gitmesi gerekiyordu. En sevdiği gündü bugün. Salı. Yatağını topladıktan sonra hızlı hızlı bir iki şey atıştırdı ayaküstü. Üzerini giyindi, dişlerini fırçaladıktan sonra ablasının hediyesi parfümünü sıktı. Saatin erken olmasına aldırmadan okula gitmek üzere düştü yola. Küçük su birikintilerinin yanından dikkatli dikkatli geçiyor ve adımlarını atarken lacivert pantolonun çamur olmaması için elinden geleni yapıyordu. Kulaklıkta çalan şarkılar da farklıydı. Nedense hep o şarkıyı diniyordu bu sabah. Unutamadım. Neydi bu şarkıyı ona dinleten?
Okula gelmişti artık. Büyük kapıdan içeri girdi ve etrafa birkaç bakış savurdu. Birini mi arıyordu acaba? Her gün arkadaşlarıyla beraber oturdukları yere geldi. Oturmak için gözünü kestirdiği köşeye geldi ve ıslak mı diye kontrol ettikten sonra oturdu. Etrafı izlemeye başladı. Bu arada hikâye yazması gerektiğini hatırladı. Hocanın, verdiği ödevleri okuttuğunu gözünde canlandırır canlandırmaz ders kitabının arkasındaki boş sayfada buldu kendini. Ama ‘ben merkezli hikâye ’ nasıl yazılırdı ki şimdi? Birkaç dakika düşündü ve düşünürken de etrafı süzüyordu. Dünkü dersi hatırladı. Karşısındaki yaprakları dökülmeye başlayan ağaç, bulutlu sabahlar, rutubet kokusu ve sıkıcı bir hayat ona ilham vermeye başlamıştı bile. Oracıkta duyguları kabardı ve üç beş cümle karalayıverdi.
Çevresi zaman geçtikçe kalabalıklaşıyordu. Arkadaşlarının bir kaçı gelmişti çoktan. Onlarla konuşuyor şakalaşıyor ve eğleniyordu. Sınavdan, üniversiteden, polislikten… Konu konuyu açıyordu. Derken belli etmeden gözlediği yoldan beklediği kişinin geçtiğini fark etti. Bir konu anlatacakmış gibi kalktı ayağa fakat bir şey anlatmadı. Onu izlemeye başladı. O geldi, geldi ve oturduğu yerin tam karşısındaki kızların grubuna katıldı. Hiç kimseye belli etmeden onu izliyordu. Gönlüne sahip olamıyor sadece onla ilgilenmek istiyordu…
Zilin çaldığını duydu ve toparlandı. Daha sıra olunacaktı. Yine müdür yardımcısı o sıkıcı konuşmasını yapacak beş on kişi fırçalayacaktı. Yine önemsiz bir hafta kutlanacak yine önemsiz bir konuşma alkışlanacaktı. Bunun tek güzel yanı hemen yan sırada o yer alacak ve belki de bir kez olsun göz göze gelip ona bir şeyler anlatabilecekti. Gözler kalbin aynasıydı ona göre. Bu yüzden, bu yüzden âşıktı ya o inci tanesi gözlere…
Her ders çıkışı onunla karşılaşmak niyetiyle yol değiştirmeleri için arkadaşlarına ısrar ederdi. Bunu yaparken ‘niye buradan gidiyoruz’ sorularına cevap veremez, deli saçması emrivakilerde bulunurdu. Yine de onun yanından geçerdi.
Ona anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki. Lakin konuşmaya cesareti yoktu onun karşısında. Dilsiz kesiliyor ağzı, gözleriyle bir şeyler mırıldanıyordu. Aşk şarkısıydı bu. Söyleyecek neyi olabilirdi ki ondan başka. Onu o kadar çok seviyordu ki; ne sonbaharın ne bulutlu sabahların ne de hüzünlü rutubetin bir anlamı kalıyordu onu gördüğü günlerde. Onu görmek her şeyi idi. Aşk onunla bambaşka bir hal alır olmuştu. Duyguları kabardığında duramıyor yerinde, illaki alıyordu eline bir defter. Belki de anlatamadıklarıydı bunlar, bir gün anlanması umuduyla karalanmış sayfalar… Belki bir rüya belki sulamaya âşık olunan bir hayal ağacı… Belki de eğri çizilmiş bir kader…
Artık kurumuş bir çiçek gibi o günler. Mazi defterinin arasında.Onun isminin hemen altında. Kimse benim anlamlandırdığım kadar anlam yükleyemeyecek o çiçeğe…
Mutluyum…