Uzun yürüyorum. Tek sırdaşım; ben yürüdükçe duruşu değişen omuzlarımı yasladığım, gözümün içine bakan gökyüzü. Bulutlar sakin uyuyor. Başka ve asil sahipleri var gökyüzünün; kuşlar.
Aslında cansız Gökyüzü fakat “biz ona can verdik” buyruğu ile hayat buluyor. Kelimelerde kişiselleşiyor. Karakterleri birbirine çarpıştırarak yaşıyor hayatını. Rüyalar da hayra yorulmayı gökyüzüne asılmış bekliyor. Rabbin kula sevdasında bir fısıltı vesile oluyor; melekler sarıyor gökyüzünden başlayarak yeryüzünü. Melekler için az kalsın konuşacak kalbinin odalarını açıyor gökyüzü. Bir can teslim olurken görevini gözünü kırpmadan yapan meleğe, bir merdiven serip bedenin asıl sahibine ulaşmasını sağlıyor. Küçük bir çocuk ” Ben yürürken bulutlar yürüyor benimle. Canlı işte gökyüzü ” diyor. Canlı o zaman… Konfüçyüs’ e göre sessiz hem de. Sessiz ama mevsimler sesine ihtiyaç duymadan başında dönüyor. Başına doladığı meyve çiçekleri rengindeki kuşaklar mevsimler demek.
Sevim Ak hikayelerinde piyano sesleri gelen gökyüzünden, pembe kuşlar süzülüyor. Çukurları var yaraya benzeyen. Iyi gelecek sözleri göğün yaralarına koyduğumuzda, göğsü emiyor pek çok kelimeyi. En çok gönlü kanıyor demek. Gök de uyuyor ve uyanıyor. Sabah olmasın dediğimiz bir gecenin sabahını halefine ya da gün bitiren güneşin batışını selefine teslim ediyor. Biz sadece yağmur halini görsek de sertliğine göre suyun buluttan kopma kahrının, kar ve dolu olup göğsünden damlıyor. Kabz edilecek ruhu olan her canlı gibi o da kendine biçilen ömrü yaşıyor.
İnsan ruhunun yaratılışları elbet farklı farklı. Karakterleri gibi. İnsanoğlu doğarken getirdiği mizaci özelliklerini değiştiremiyor ki; Alemlerin Efendisi’ nin (as) “Sorumlu değilsiniz!” buyruğu, mizaç özelikleri. Diğeri karakter dediğimiz, mizacın doğum sırası gözetmeyen ikiz kardeşi gibi. Karakter yaşadıklarımıza göre şekil alıyor ailemizden, çevremizden, tabiyetimizden, ilmimizden öğreniyor değişmeye çalışıyor. Ruhumuz gibi.
Ruh da karaktere benzeyip yaradılış emrince farklı gömlekler ölçüp ölçüp dikiyor bedene. Önümüze dizilen inci tanelerinin kalitesi gibi. Biz anlayamıyoruz ama asıl taştan anlayan ve sevdanın çeşidine göre gönüldeki kuyumcu şekil veriyor. İşleyen kuyumcu iyi biliyor ve boncuk boncuk işliyor.
Her sevda farklı çeşit her bedende. Ruh hem kalbe, hem bedene etki ediyor. Bir kalpteki sevda başka bir kalpte aynı ile şekil alamayınca boğuluyor ruh ve isyana başlıyor. Kendince karşılık bulamıyor. Bir oraya bir buraya vuruyor. Hele başka ruhlarla paylaşması gerekiyorsa… En çok yazarlarda düşünürüm. Çok sevdiğim yazarlara; onlara, onları ne kadar sevdiğimi hiç söyleyememiş olmak… Charles Dickens’ın eşi tercüman oluyor içten içe sevmeye ve paylaşmaya “Sanatçıyı toplumla paylaşmak zorundasınız her zaman.Toplum sanatçıyı sizden daha çok sevebilir. Hatta içlerinden kimin bir diğerinden daha çok sevdiğini kestiremezsiniz, bilemezsiniz. Siz bunu bile bile sadece size aitmiş gibi seversiniz. Öylece.” diyor.
Çeşit çeşit ruh. Kiminde uysal, kiminde asi, kiminde güzel, kiminde hırslı. Kuyumcu şekil veriyor. Ruhun bedene etki etmesi, akılla oynaması demek. Kabına sığmayan ruh; oyun tahtasında aklı sınıyor. Zaman zaman aklı kandırıyor zahirde ve batında. Uçmak istiyor mesela ruh. Başarıyor bazen rüyada uzaklaşıyor bedenden. Zahirde gökyüzünde uçmak istiyor , kuşla göz göze gelmek onları hissetmek.
Son zamanlarda dikkat ettim. Özellikle gökyüzüne ve kuşlara sevdalı bir grup var. Sanatçı ruhları galiba onların ki… Bir film izledim ve uzun zamandır dinlediğim bir şarkı tekrar beni esir aldı. Şarkı; Bette Midler “Wind Beneath My Wings-Rüzgar Kanatlarımı Havalandırır” Film 2014 yılı Fransız yapımı ” Bird People-Kuş İnsanlar” Hepsi insanoğlu’ nun uçma sevdasından bahsediyor. Belki daha çok kadınların kuşlara meraklı ruhlarından. Film Paris de geçiyor. Paris havaalanı yanında otelde kalan bir Amerikalı’ nın hayatında yapmaya karar verdiği köklü bir değişiklik ve o otelde çalışan temizlik görevlisi ( gözleri kırlangıç kadar güzel ) kızın kuşa dönüşerek yaşadıkları ve hissettikleri. O zaman fark ettim uçaklar aracılığı ile tattığımız uçma hazzını, yürürken yağmurun üstümüze yağdığını, uçarken içinden geçtiğimizi. Havaalanlarından başlayan yolculuklarımızda geride bıraktıklarımızı. Varış noktalarında evimiz olmayan konakladığımız durakları, Otelleri. Uçmak, havaalanları ve zamanın kervansarayları -yeni bir hayatı keşfettiğimiz ya da eskiye devam ettiğimiz çatılar- metafor gibi geldi bana. Metafor olarak düşünmem Cihan Aktaş’ın çöplerle ilgili Dünya Bülteni için yazdığı yazı oldu nitekim.
Filmin baş karakteri, Amerikalı bir yazılımcı. Paris’ e geldiğinde uzun süredir evli ve bir şirketin ortağı olarak sürdürdüğü yaşamını, Paris’te bırakarak değişmek istiyor. Uçmak; yani bir havaalanına, bir uçak vasıtası ile gelmek. Havaalanı kenarında bir otele yerleşip, değişimi tecrübe etmek. Hemingway’in söylediği gibi: “Herkese bir otelde olduğunuzu söyleyin. Orada olun ya da olmayın. Herkes sizi orada bilsin.” Kendisi için değişim yapmaya karar verdiğini söylediği kim varsa, hepsi tek soru soruyor Amerikalıya. “Otelde misin?” Hayatınızda önem arz ettiğini düşündünüz herkes, elinizi uzattığınızda bulabileceğiniz yerde mi, hep orada kalacak mı? Hepimizin merak ettiği… ve otelin yanında bulunduğu havaalanı aslında her seyin başlangıç noktası. Dengenin kırıldığı yer. Aile ve Evlilik Terapisi derslerinde öğrendiğim kadarı ile aslında yaptığımız en büyük yanlışın birey olarak kendimizi, ailelerimiz ve ilişkilerimiz içinde yapabileceğimiz ve yürütebileceğimiz halde eritiyor olduğumuz.
Birey olmak dışında hep iyi bir anne, baba, eş, evlat olmaya çalışmak: Zamanla, iniş yapmaktan ve bakım görmemekten bazı aksamları bozuk uçaklardan biri ile; bir havaalanından kenti uçarak terk etmek. Yeni ve hiç bilmediğimiz bir havaalanında, yeni şehrin fıtratlarımıza aykırı rollerini oynamaya çalışmak. En önemlisi; herkesin orada olduğumuzu zannettiği bir otelde yeniye başlamak. O otelde olmak, taraflar için ilişkilerin ilk aşamalarında geçerli davranışların sergilenmesi sonucu bağlılığa dönüşümü demek. Sakin limanlar… Günlük güneşlik bir gökyüzü gibi görünse de bu durum, bulutlar karaya ya da griye büründüğünde gök boyanır. Mavi gözlü gökyüzü, gözlerini kapatır. Fırtına…
Kuşlar gökyüzünün asil sahipleri. Kuşlar kadına benzer. Kadın sessizce dinlemek ister olan biteni, güvende olduğunu hissetmek. Haykırır bazen kimse bilsin istemez. Çığlığı gökyüzünü kaplar da kimse duymaz. Kuşları kimsenin anlamadığı gibi kimse anlamaz kadının yüreğindeki sevdayı. O zaman sessizce ve hızlıca kaçmak ister. Demek kendi içlerinde bir lisanı olsa da kuşların; koca göğün onlara ait olması hiç de bencilce değil.
En zor rüzgarla uçmak. Ya rüzgar kanatlarının altındaysa ?
Kuşlar insanlar gibi toprağa bağlı değildir. Ayakları değil kanatları güçlüdür. Hele deniz kuşlarının.
Kadın erkek fark etmez; değişmek vakti geldiğinde ya da karar verme vakti, gösterilecek cesareti de betimliyor uçmak. Başlangıç yapabilme cesaretimiz aslında uçmak. Ruhları sanatçı kadınlar daha cesur demek. Gözleri hep kuşlarda…
bir kartaldan daha yükseğe uçabilirim
sen, kanatlarımı havalandıran rüzgarsın.
Bette MİDLER
Wind Beneath my Wings