Sarı saçları, bakınca içimde gerçekten bir his uyandırabilen masmavi gözleri vardı. Yanında kendimi muhteşem hissediyordum. Hayatımda kimseden o kadar ayrılmak istememiştim.
Beklentilerimi dışarıya bağlamaya karşı bir alerji geliştirdim zamanla. Korkuyordum çünkü. 25 senelik hayatım boyunca kümülatif bir şekilde biriken hayal kırıklıkları mutluluğa olan inancımı kaybettirmişti. Bunun da bir sonu olacağını biliyordum. Beraber geçirdiğimiz ve geçireceğimiz zamanın sonunda öyle ya da böyle beni terk edecekti ve ben yine hayal kırıklığıyla baş başa kalacaktım. İşte bu yüzden ilk defa mutsuzluğa sebep olanın ben olmam gerektiğine karar verdim.
Sahildeydik. Yağmur başladı sanki zamanının geldiğini işaret edercesine. Koştuk ve bir kafeye sığındık. Saçları ıslanmıştı, suratında o tatlı gülümsemesi vardı. İçimi ısıtıyordu, baktıkça midemde kelebekler uçuşuyormuş gibi hissediyordum(hep bu betimlemeden nefret etmişimdir aslında, çok küstahça geliyor kulağa). Sırf beni terk edip gitmek, bana olabilecek en kötü şekilde acı çektirmek için beni yüceltiyor, iyi hissettiriyor, sarhoş ediyordu beni adeta.
Kahvelerimizi alıp masaya oturduk. Camdan dışarı bakınca yağmurdan kaçan insanları gördüm ve bundan zevk aldım çünkü rahatsız olmuşlardı. Status quoları bozulmuştu, huzurları kaçmıştı, mutsuz olmuşlardı. Sonra ona döndüm, o şapşal gülümsemesiyle bana bakıyordu, sırıtıyordu adeta.
Cesaretimi toplamaya çalışıyordum. Hikayenin bu tarafında hiç olmamıştım çünkü. Bütün bildiklerime rağmen içimde bir şey ”belki bu defa böyle bitmez, belki şansın dönmüştür!” diyordu. Roquentin gibi bulantı hissediyordum ama kaynağı onunkinden farklıydı. O varoluşu görünce bulantı yaşıyordu ben ise umut düşüncesine inanacak gibi olduğumda. Düşününce belki de umut benim varoluşumdu.
Beni neden sevdiğini anlamlandıramıyordum. Belki de sevmiyordu ve ben kendimi kandırıyordum. Ya da belki de sevgi böyle bir şeydir. Bulabileceğin bütün rasyonel açıklamalar onu tanımlamaya yetmez, yapısı gereği rasyonelliğe terstir.
Yapamadım, yarım saat sonra yağmur dindi ve kafeden çıktık. Birkaç saat dolaştık, dondurma yedik ve rastgele seçtiğimiz sokaklarda dolandık.
Yine yağmurlu bir günde dışarıdaydık. Mayhoş bir mutluluk hali vardı üzerimde ama onun yüzünde o gülümsemesi yoktu. Sanki benle beraber geçirdiği süre boyunca yavaş yavaş aşındırmıştım içindeki yaşam sevgisini. Bir kitapçının önünde durduk. Vitrinde duran bir kitabı gösterdi bana ve gitmesi gerektiğini söyledi.
Hiçbir şey demedim, ikimizde kitaba bakıyorduk. Sonra arkasını döndü ve yürüyerek uzaklaştı.
Sanırım kitap Zweig’ın Amok Koşucusuydu.