Evet kim bu Mehrû Hanım…
Bir gün bir bildirim geldi telefonuma adeta “sen kimsin” der gibi, “ben insan sarrafıyım ama seni çözemedim” diyen. Normalde hiç adetim değildir cevap vermek ama o gün yazdım hemen. İçime doğmuş… İçime doğmuş Mehrû Hanımın kendim olabilmem için bende eksik olan şey olduğu. Biraz biraz, ucundan kıyısından konuştuk. Müphem bir ruh hali vardı. Biraz hüzünlü biraz kırılmış ve adeta hayatın keşmekeşinden vaveyla eyleyen bir kadın. Öyle mahzun, öyle şefkat gösterilesi bir hali vardı ki uzak duramadım. Konuştuk, konuştuk… öyle içine çekiyordu ki beni bir girdaba kapılmışçasına, kurtulamıyordum. Dönüyordum dolaşıyordum yine onda buluyordum kendimi. Ben aşkı yaşamamış, sevda nedir bilmez biriydim. Farklı hissettim daha önce hiç hissetmediğim kadar güzel, huzurlu ve mutlu. Onunla konuşurken zaman hızlanıyordu, onu beklerken saatler duruyordu adeta. Sanırım bu sevgiydi, bilmiyordum nasıl bir şey ama sanırım bu sevda idi. Sanırım yaşayarak öğreniyordum.
Haa bu arada ne yüzünü görmüşlüğüm vardı nede sesini duymuşluğum. Belki 20 gün belki 1 ay kadar. Tüm bunları ben görmeden duymadan hissediyordum. Öyle bir yere gelmiştim ki artık merakımdan ölüyordum. Ama mahcup olurum diye isteyemedim gül cemalini o mehrû yüzünü görmeyi. Bir gün demesin mi hiç mi merak etmiyorsun kiminle konuştuğunu diye. İşte o gün tamam oldu her şey. Anlatmaya kalkmayacağım hiç, cemalini, o kocaman gözlerini, avuçlarımdan bırakmak istemeyeceğim yüzünü… Boşu boşuna vasıfsız, tarife gücü olmayan cümleler kurmak istemiyorum, bu yazıyı onlarca sayfa haline getirmek istemiyorum. Çünkü onu tarif edecek cümleler henüz hiçbir yaratılmışın ağzından çıkmadı. En güzel tarifi: Allah’ım kendinden bir parça misal bırakmış bu dünyaya…
Ruhu… engin bir deniz gibi, bazen dalgalı, bazense mehtapta dolunay olduğu geceler kadar durgun ve sessiz. Bir şefkat misali, merhameti sanki tüm yaratılmışa yetecek kadar geniş… Susarak her şeyi anlatabilecek kadar güçlü bir ruhu var Mehrû Hanımın. Onu duyabilirim o hiç konuşmadan. Rüzgarın, acının ve hatta huzurun bildiği dilde, acele etmeden, sessizce…
Her neyse dedim ya sayfalarca ondan bahsedebilirim ama boşa kürek çekmeyeceğim… Benim yüreğime ve gözlerime sahip değilsiniz.
Günlerden bir gün bana şiir sever misin diye sordu. Şiir sevmesem seni sever miydim Mehrû Hanım? Her gece şiir okurdum ona. En çok da “Mona Roza” … En güzel kısmı “Kanadı kırık kuş merhamet ister, Ahh Mona Roza senin yüzünden kana batacak.” Sezai Karakoç’un Muazzez Hanıma sevdası kadar olamam belki, belki bir Mecnun olamam, ne de bir Ferhat, belki onlar gibi bir eser bırakamam, belki onlar gibi maşukunun sevdası üzerine ölemem ama emin ol, emin olun Mehrû Hanımın sevdası ile yaşayacağım…
Şimdi sesinden mahrumum. Konuşmak hatta duymak istemiyorum hiçbir sesi. Artık şiir okumak da gelmiyor içimden. Artık şiir olmak istiyorum. Her şiirde birkaç kelime, birkaç cümle ya da mısra. Beni merak eden olursa mısralarda arasın beni istiyorum. Öleyim üzerime kelimeler atılsın istiyorum.
Evet ne oldu diyeceksiniz. Ne oldu da bizlere anlatıyorsun bunca onun duyması gereken cümleleri… Ailesine bir söz vermiş Mehrû Hanım vaktiyle işte ben o sözün kurbanı oldum. Ayrılmak, birbirimizden kopmak gelmiyor içimizden ama… Ama Mehrû Hanım sonra daha acı olacak ayrılıp gitmek en iyisi şimdiden gitmek diyor… Sindiremiyorum, kabullenemiyorum. Ara ara yazıyoruz işte nasılsın ne yapıyorsun gibisinden. Bu bile mutlu etmeye yetiyor bani…
Ahhh Mehrû Hanım ahhh… Keşke duygularımı duyabilseydin, anlatmak yetmiyor artık, söz denizinin damlalarını tükettim, kaynağını kuruttum, keşke sessiz sessiz anlattıklarımı duyabilsen…
Evet nihayetinde bu profilde bu yazın dizisinde vuslat umudu ile yaşanan bir ömrün geçen günlerinde hissedilenler, söylemek istenip de söylenemeyenler, imkansızlar ve niceleri anlatılacaktır.