Herkes kendi hikayesini anlatır. Çünkü herkes, ancak kendi hikayesini anlatılacak kadar iyi bulur. Her hikayenin masum ve iyi kalpli kişisi, anlatıcısıdır. Kısacası: herkes kendine göre “iyi”dir. İyilikle kötülüğün ne olduğu hakkında beni düşündüren, aralarındaki çizginin ne kadar ince olduğunu fark etmemi sağlayan bir hikaye biliyorum. Yıllarca yanında çalıştığım, ekmeğini yediğim Ali abi’nin hikayesi…
Toz duman içindeki bir şehrin, kıyıda-köşede kalmış küçük bir mahallesinde berberdi Ali abi. Kimi kimsesi yoktu. Babam bir halta yaramayacağımı bildiği için, -ama okuluma devam etmem şartıyla- beni ona çırak olarak verdi. Küçücük bir dükkanı vardı. Ama sanırsın kahvedir, giren-çıkan eksik olmazdı. Çevrilen geyiğin, içilen çay-kahvenin haddi hesabı yoktu. Şehrin sıkılmış, boğulmuş insanları 5 dakikalığına da olsa gelir, Ali abi’nin muhabbetiyle deşarj olurdu. Bütün mahalle onu tanır, severdi. O da mahalleyi. Hiç kimse çıkıp diyemezdi ki; “Ali bana şu zamanda şöyle şöyle kötülük yaptı.” Yapmazdı. Küsleri barıştırır, fakirleri sevindirir, dertlilere deva bulurdu. Kısacası: melek gibi adamdı lan Ali abi…
O gün öğlene doğru dükkanın kapısı hızla açıldığında anlamıştım kötü birşeyler olacağını. Kabadayı kılıklı üç genç irisi içeri girdi. Yüzlerinde üç günlük sakal, sırtlarında deri ceket, ellerinde tehditkar bir ifadeyle salladıkları tesbihler vardı. İkisi durdu, üçüncüsü ağır ağır Ali abiye yanaştı: “Selamın aleyküm”. “Aleyküm selam, buyur genç.” dedi Ali abi. Ben mutfağa geçip çay koyarken konuşma ilerledi. Kısaca özetlemek gerekirse haraç istiyordu herif. “Buraların yeni sahibi biziz!” diyordu. “Bir miktar para karşılığı dükkana göz kulak olmak”tı niyetleri, ama bunun ne anlama geldiğini bilecek kadar büyümüştüm. -17 yaşındaydım- Korkuyla dikkat kesildim. “Güzel mekan yapmışsın,” diyordu adam, “mazallah, bi kaza-bela gelse, bir tanecik ekmek kapından olursun. İti var, uğursuzu var…” “Bak kardeşim,” diye sözünü kesti Ali abi. “ben bu kadar sene namusumla yaşadım, ekmeğimi kazandım. Bende size verecek para yok, varın gidin yolunuza, uğraşmayın benle.” “Şak!” diye bir ses duydum, yavaşça kapıyı aralayıp baktım. Adam sustalıyı çekmiş, Ali abinin gırtlağına dayamıştı. “Abi!” diye bağırarak ona koştum ama gerideki iki adam beni kıskıvrak yakaladı. “Tamam, bittik.” dedim kendi kendime, “Ali abiyi deşecekler.” Tam o sırada mahalleden birkaç abi yetişti imdadımıza. Yumruk yumruğa geçen birkaç dakikadan sonra adamları yaka paça dışarı attılar. Sustalı taşıyan herif ayağa kalktı, durdu, çenesindeki kanı sildi ve öfke dolu bakışlarını Ali abiye doğrulttu. “Bunu sen istedin arkadaş! Benim adım da Adem’se, senin hesabını keserim!”
O gece bağırışlar ve siren sesleriyle bölündü uykum. 5 katlı bir apartmanın zemin katındaki evimiz, dükkanın iki sokak gerisindeydi. Mevsim yazdı. Hava sıcak olduğundan pencereler açıktı. Cep telefonumdaki saat 03:00’ü gösteriyordu. Üstüme bir tişört geçirip sokağa fırladım. Seslerin geldiği yöne doğru koştum. Ali abinin dükkanı, dükkanımız, gecenin karanlığında alev alev yanıyordu. Mahalleli sokağa toplanmıştı. Etliye-sütlüye pek karışmayan annem ve babam da oradaydılar. Ali abi koşarak kalabalığı yardı, dükkana yaklaştı. Gözleri dehşetle büyüdü. İtfaiye gelmişti. Bazı vefalı komşularımız da ellerinde su dolu kovalarla yardıma geliyordu. Bir saat sonra, alevler tamamen söndürüldüğünde, geriye sumanı tüten kapkara bir virane kalmıştı. Kalabalık dağıldı. Sokağa derin bir sessizlik çöktü. Ali abi tek kelime etmeden, kıpırdamadan, kaldırıma oturmuş dükkana bakıyordu. Bu suskunluğu hayra alamet değildi. Birden ayağa fırladı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Seslendim, cevap vermedi. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Çaktırmadan peşine takıldım.
Sokak kapısı kapanmadan, son anda kendimi içeri attım ve merdivenleri tırmandım. Burası Ali abinin kaldığı apartmandı. Dairesinin kapısı ardına kadar açıktı. Sessizce içeri süzüldüm. Her yer karanlıktı. Etrafı şöyle bir süzüp tuvalete yöneldim. Kapıyı azıcık aralayıp içeri baktım.
Lavabonun önündeydi Ali abi. Kararlı bir ifadeyle aynaya bakıyordu. Sağ elindeki uzun ve keskin bıçak, tavandaki floresan ışığının altında parlıyordu. Üstü çıplaktı ve kanatları… Kanatları?! Ali abinin kanatları vardı! Kocaman, bembeyaz, tüylü iki kanat! Çığlık atmamak için iki elimle ağzımı sımsıkı kapadım. O ise kolunu sırtına götürüp, büyük bir soğukkanlılıkla güzelim kanatları kesmeye başladı. Dökülen tüyler çıplak ayaklarının etrafında bir yığın oluşturdu. Bağırmadı, ağlamadı, yıkılmadı. En sonunda, kanla kaplı bıçak parmaklarının arasından kayıp, gürültüyle yere düştü. Ali abi duvarlara tutunarak kapıya doğru yürümeye başladı. Hızla koşup gerisingeri aşağı indim. Bir dakika sonra üzerinde siyah bir paltoyla kapının önünde belirdi. Beni teğet geçip ağır aksak yürümeye başladı. “Ali abi!” diye bağırdım arkasından, durdu, dönüp baktı. “Abi sen… Sen ne yaptın abi?” dedim yanına yaklaşırken, “Kanatların… Senin kanatların vardı abi! Nereye… Nereye gidiyosun?” Cevap vermek yerine adımlarını hızlandırarak devam etti yürümeye. Arkasından gittim. Mahallenin sınırına geldiğimizde koluna yapışıp onu kendime doğru çevirdim. “Hala beni mi takip ediyosun?” diye payladı beni. Sonra omzuma şefkatle dokundu ve “Git Kaan,” dedi, “git oğlum. Beni de unut. Önünde parlak bir gelecek var. Herşey için çok üzgünüm.” Koşarak uzaklaştı ve gecenin karanlığı içinde yitip gitti. O geceden sonra bir daha hiç görmedim Ali abiyi.
Hikayenin devamını ise günler sonra mahalledeki abilerden öğrendim. Adamların kaldığı yeri öğrenmiş Ali abi… Hiçbir yardım talebini kabul etmeden, elinde silah, tek başına mekanı basmış… Heriflerin hepsini yere sermiş, son kurşunu da kendi kafasına sıkmış… Ve geride bana verilmek üzere bir mektup bırakmış. Mektubu kaparcasına alıp eve koştum. Kendimi odama kilitledim, titreyen parmaklarımla kağıdı zarftan çıkardım ve okumaya başladım. “Sevgili Kaan;” diye başlıyordu mektup ve şöyle devam ediyordu:
“Bu mektubu okuduğunda ben çok uzaklarda olacağım. Sana bu satırları yazmak istemezdim. Üzgünüm, çok üzgünüm.
Oğlum, seninle yıllarca aynı ekmeği bölüşüp yedik. Beraber güldük, ağladık. Sen benim, hiç sahip olamayacağım öz evladım gibisin. Bu sebepten sana gerçekleri anlatmak, kafandaki sorulara cevap vermek zorunda hissediyorum kendimi. Sana en azından bunu borçluyum.
Oğlum, ben uzun yıllar önce dünyaya gönderilen bir melektim. Amacım insanlara iyilik yapmaktı. Bugüne kadar, yolumdan hiç dönmedim. Hedefimden şaşmadım. Bana verilen bu kutsal ve ilahi görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalıştım. Sandım ki iyilik, tek bir kişiden başlayıp katlanarak artabilir ve dalga dalga yayılıp milyonlarca insana ulaşabilirdi. Yanılmışım. Ben kirlendim Kaan, kötülüğe teslim oldum. Artık melek değilim. Şimdi, herşeyin başladığı yere, evime dönüyorum. Bana verilecek cezaya razı olarak.
Hoşçakal…”
Gözümden akan bir damla yaş elimdeki kağıdı ıslattı. Yatağımın üstüne çöktüm. Sessizce ağlamaya başladım. Ve o günden sonra hiçbir zaman, hiçbir yerde ağlamadım.
Şimdi onun öldüğü yaştayım. Ve düşünüyorum da, ne yapmış olursa olsun, melek gibi adamdı lan Ali abi. Hatta melekti. Şeytan yaptılar…