Aylarca beklemişti bir kutunun içinde. Kabına sığamıyordu belli ki. Bunu belli belirsiz yeşillenmesinden anlamıştım. ”Beni bırak, ait olduğum yere gideyim” diyordu adeta. O gün geldi çattı. Büyük gün. Aralık ayı.
Kışın ortalarında soğanları ekilen sümbüller 10-13 cm derinliğindeki toprakta yeşereceklerdir. Arada bir sulama isteyen bu soğanlı bitkiler gelişimlerini tamamladıklarında, o nefis kokularını yayarak hem gözümüze hem de burnumuza bir ziyafet sunacaklardır.
Uzun bekleyiş içerisinde haftada iki kez yaklaşık bir bardak su ile susuzluğunu giderdiğim bu eşşiz güzellikteki bitkiler sonunda emeklerimin karşılığını vermeye başlamıştı. Yemyeşil uzun yaprakları göz doldurduruyordu. En sonunda tomurcuklarını da ortaya çıkarmıştı. Artık sabırsızlanıyordum. Bir sabah annem seslendi. ”Balkona koş, hemen!” diyordu. Ben daha ayılamamış, neler olduğunun farkına varamamıştım ki kendimi balkonda buldum. O nasıl bir güzellikti, gözlerime inanamıyordum. Bütün ”mor sümbüller” çiçeklerini açmış, beni selamlıyorlardı. Ben daha bu güzelliğin tadını çıkaramamıştım ki kedimiz Hırgür ayaklarımın dibinden birden atılı verdi. Çok geç kalmıştım. Bir mor sümbül boynu bükük bana bakıyordu. Aylarca gözüm gibi bakmıştım ben onlara; ama Hırgür ona ne yapmıştı öyle. Ne yapacağımı şaşırdım. Sesimi duyar mıydı bilmiyordum; ama defalarca özür diledim. Benim suçumdu. Hırgür’e engel olamıştım. Hemen bir bez bulup, kırılan yerinden sümbülü sardım.
İyileşmesini günlerce bekledim, suyunu verdim.
En sonunda bir sabah ”bu senin suçun değildi” dercesine dimdik ayakta durur vaziyette bana ”günaydın!” diyordu. Kendimi ona affettirebilmiştim.